
“Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir” diyen Hallac-ı Mansur, neredeyse bin yıl öncesinden Dêrsimlilerin, en azından son yüz yıldır yaşadığı derin yalnızlığı tanımlıyordu sanki.
Nitekim tespit edilebildiği kadarıyla ‘38’e kadar Dêrsim’e yüzü aşkın‘sefer’ düzenleniyor. (1) Yani sadece 20.Yy.’da Mazgerd, Qırgan, Qoçgiri, Pılemori, Qocan ve en sonunda da ’38 Jenosidi’ni yaşayan Dêrsim, zaman zaman vicdani tanıklık sunan kimi yaklaşımlar dışında, çektiği acılardan kimsenin pek söz etmediği bu cehennemi hep birbaşına yaşıyordu.
’38 Dêrsim Tertelesi hatırası kurşun, süngü veya sürgün yaralarıyla insanlar hala yaşıyor, muhatapları bunları kitaplar, dergiler, belgeseller, albümler, eylemlilikler yoluyla anlatmaya çalışıyor olsalar da, tuhaf bir şekilde duyulmazdan, görülmezden gelinen bu ‘trajedi’, CHP Grup Başkanvekili Onur Öymen’in ‘Kürt Açılımı’ dolayımıyla 10 Kasım 2009’da TBMM’de yaptığı konuşma(Ek:1) sonrasında, Kasım-Aralık 2009’da, yüzlerce makaleye konu oluyor, Dêrsim meselesi, yetmiş yılı aşkın bir suskunluğun ardından, önemli bir gündeme dönüşüyordu. Butün bu sefer ve katliamlar bugüne kadar, ‘eşkiyalık’, ‘asayiş’, ‘isyan’ gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor, ‘kamuoyu’ vicdanından ses çıkmıyor, dahası ülkenin komünist partisi bile neredeyse devlet ile aynı gerekçelerle bu katliamları destekliyorken (2) nasıl oluyordu da birden böyle bir ‘vicdani tanıklık’ sunuluyor ya da ‘vicdan terennümü’ yapılıyor, ülkenin başbakanı dahi hem ‘Dêrsim’, hem de ‘Dêrsim Katliamı’ diyebiliyordu.