'Açlığın içinden' yola düşen sözler, Taşa Hatıra'da kendilerine bir yurt buldular gibi..
“ki biricik yurdu insanın/ dağıymış, meğer” Taşa Hatıra’da yer alan ve sanki kişisel bir hayıflanma ya da ‘henüzmüş’ gibi duran bu dize, bu ‘meğer’, M. Çetin’ini okumaya başlarken ne kadar dikkatli olmam gerektiğini de hatırlatan bir dize aslında. Yani yirmi yılı aşkındır yayımlanan şiir, öykü, lirik yazı türü kitaplarına dönüp bakıldığında, kent kaosunun muhtemel tüm derinliklerinde o ‘ucu kırık sustalı’sını sınarken de hep bir dağlıdır aslında. Dolayısıyla, onun ‘dağ, bilir’ saptamasını da yanıma alarak okumayı sürdürmek dileğindeyim.
Sur Kitaplığı’nın ilk kitapları olan Taşa Hatıra adlı Türkçe ve Surédar* adlı Kırmançça kitapları yakın dönemde birlikte yayımlandılar. M. Çetin’in ‘şiirin olanaklarıyla birer hatırlama ve hatırlatma çabası’ olarak da tanımladığı bu kitapları okurken.. Belki, -yazarını tespit edemediğim şu değerlen-dirmeyi daha en baştan paylaşmalıyım: “M. Çetin'de doğa ile doğal olan iç içedir. Sertliğiyle, acı-masızlığıyla, güzelliğiyle çizilen doğa görüntüleri insandan doğaya ya da doğadan insana bir etkileşim içinde anlatılır.”
Bu etkileşimi şöyle de anlayabilir miyim diye düşünmeden edemiyorum; çocukluğumdan hatırlı-yorum; köyümüzün dereye inen yamacında Ermenilere ait bir yer altı değirmeni vardı. Bu değirmenin 1915’li yıllarda terk edildiği anlatılırdı. Şimdi, biri bu değirmeni bir şiirin içine çağırsa, bu, geçmiş zamanı mı ifade ederdi?
Mehmet Çetin’in son şiir kitaplarından biri olan “Taşa Hatıra” işte böyle bir ‘geçmiş zaman şimdi-si’ne yayılmış sanki, ve ‘taşa saklı’ doğa ile doğal alemin hafızasını da aralayan bu ‘duyma hali’, bugünü anlamanın da olanaklarını çoğaltıyor. Hem bireysel hem de toplumsal belleğe işaret ederek, kendini yine bir izlek üzerinden var ediyor.
-Akın Yanardağ:Taşa Hatıra'nın diğer kitaplarından ayrı tutulacak bir duruşu var gibi. ‘Taşa Hatıra’ daha çok Doğu'ya mı düşüyor? Taş’ın kadim hafızayla olan ilişkisi daha da seziliyor bu kitapta..
- M. Çetin: Önceki kitaplardan ayrı değilse de daha ‘özgül’ bulunabilecek hal, kanımca kâinat algısında, yani şeylerin, birbirlerinin varlık sebebi olarak algılanması çabasında saklı sanki. Bu, sadece düşünsel anlamda değil, ontolojik bir karşılıkla insanın zihniyet dünyasına, ‘arzu’ ve ‘eylem’ine dair bir anlama çabası olarak da görülebilir. Mesela Avrupa merkezli yaklaşımın Descartes ile andığı ‘düalizm’in serüveni dahi az-çok izlense, son iki kitabın hangi doğu ve hangi dağların gölgesinde soluklandığı daha açık gözlemlenebilir.
"Senin dilin taşa hapsedilmiştir, ey hareketsiz güzellik" demişti Rabindranath Tagore, doğunun sesiyle. Taşa Hatıra da bu anlamda ve öncelikle taşa saklı/hatıra kalan ‘güzellik’i böyle bir yerden duyma çabasıyla kendi mecrasına akıyor, kanımca. Yani, buradan projeksiyon yapıldığında, kadim hafızayı daha içeriden duyma çabası da, en azından niyet babında anlaşılır olur. Evet, bu çabanın şiiri aşan bir ‘arzu’su olduğu buradan da görülebilir; sözün sesi, cinsin cinsi, dilin dili, külün ateşi, kısacası doğanın doğadakileri ve birbirlerini duyma hali, ‘ciraniye’ (komşuluk) hukukuyla düşünül-düğünde; şiirlerde gövdeleşen bu söz, böyle bir hatırlama ve müdahil olma çabası olarak okunabilir.
Mehmet Çetin, daha önce yayınlanmış kitaplarından özellikle “aşkkıran” ve “hatıradır, yak bu fotoğrafı”ndan farklı olarak bilinçaltını, rastlantıyı ve çoklu çağrışım gücünü daha dingin ve yalın bir uğrağa taşımış. Ama M. Çetin yine, hayatıyla birikip durduğu yere inandırıyor bizi. Çünkü o, şiiriyle hatırlatıp hayatıyla unutturanlardan değil. ''Edebiyatın iç dili dışsal yaşam biçimleriyle bütünleşi''yor onda/(Direnmenin Estetiği). Sanatın bu düşünme biçimi ile M.Çetin, bizi, şeylerin kendi görüntüsüne de götürüyor; aramızda kararan Irak’a, Vacuğê'nin göç öncesi ve sonrasına mesela. Taşa hatıra kalan yoldaşlarına; delilo tamzara karaçor cün oyunlarından bugünkü yitik düşler uçurumuna, vd. gibi. “Taşa Hatıra”, eşikaltının/ unutturulanların eşiti sayıyor kendisini; ki buna, farkındalığın dile dökülmesi de denilebilir, çünkü, algılananların bir ifadesidir de şiir, anlamanın sormacaya dönüştürülmesi..
-Bir kitabın, yazıldığı dönemin yankısı olmasının yanında, geçmişi ile bugüne geldiği söylenebi-lir. Bu bakımdan Taşa Hatıra'nın yazılma süreci şiirin neresinden başlıyor? Yani, ‘açlığın içinden’ yapılmış söyleşilerden bugüne, ‘Taşa Hatıra’ nasıl şekillendi?
-M. Çetin: Bir şiir kitabı yazıldığı dönemin yankısı olmayı önceler mi, pek emin değilim ama “kulak verdiğiniz seslerde artık susmuş olanların yankısı yok mudur?” diye soran Walter Benjamin’i, üzerinde yaşadığımız topraklarda yankısız bırakılan Ibıhça’ya dair daha önceden dediklerimi de hatırlıyorum hemen. Olay sanırım şu; bilgi hiyerarşisine ve herhangi bir bilginin dinleştirilmesine reddiye çıka-rıldıkça, daha en baştan, mesela ilk kitaptaki ‘biraz da katildik belki omzumuzda silah taşıdık diye’ dize örneğinde de görülecek anlama çabaları, daha bir farkındalığa evrilmiş olabilir. Böyle ise, kendimi daha bahtiyar hissedebilirim. Yani sadece yeni şeyler öğrenmiş olmanın ötesinde, öğrenmeyi, bilginin birikmesi olarak değil de, ‘bedenle ruhun arasındaki uyum’da bulgulayan O. Paz’ın cümlesine sığınmış olurum ki, sözünü ettiğim bahtiyarlık buradan da okunabilir. Bu anlamda, nere-deyse 20 yılı aşkın bir zaman öncesinden, yani‘açlığın içinden’ yola düşen sözler, Taşa Hatıra’da kendilerine bir yurt buldular gibi.
Öncesinden de biliyoruz; M.Çetin, kelimelerin yapısını bozabiliyor, değiştirebiliyor, kelimelere kendince yeni derinlikler kazandırabiliyor. Kekemece'yi ortak algı formlarının dışında bir yerde kurarken, ona politik bir tavır aldırtıp, kendi bireyselliğini kazandırıyor. Alışıldık beğenilerin dışında kurulan bu şiirin, biraz da bu yüzden tüketimini zorlaştıran bir süreci çıkıyor ortaya. Şiir yazarken neleri seçiyor, şiirini hangi görüntülerle kuruyor? Sanırım bütün bir eşikaltı sesleri/ dilleriyle; aşktan değil, aşkhalinden, etno kültürlerden, minör bir edebiyat kuruyor. Bağlandığı ağaç ile yakılan Behzat'ın bir fotoğraf gibi belleğimize kazınması, ağacın insan, insanın ağaç olması hali gibi..
M.Çetin, Taşa Hatıra’da yine bir itirazla, karşı koyuşla belirliyor yerini. Bir izlekten yola çıkarak varmak istediği yere sürüyor ‘yaban’ atını ama, düş mecrasını da, menzilini de yitirmiyor yine; mülkiyet sınırına yaklaşmıyor yani, işgalci olup karıncanın yuvasını da yıkmıyor; hâlâ mağaradaki yarasına kanayıp, sarrafını da hatırda tutup, Fırat ile Dicle’nin kayıp sualinin izini sürüyor. Yenilmek de güzeldir deyip taş’ın karşı koyuş yandaşlığını taa ikibinüçte Kürt çocuklarıyla sürdürüyor. Ama taşın kendisi de yaban değil mi; taşların, ölülerin yaban gövdesi; taşa hatıra, yani taşın yaban gövde-sine hatıra, yani eşikaltına..
“Yaban, yağmur ormanlarına ve savanaya çırılçıplak dalarken hissettiği güçle gurur duyan kararlı açık bir bedendir(..) Yaban, ötekilerin bedenlerine, bedenlerini gururla kartalların tüyleri ve yaban domuzlarının dişleriyle süslemiş olan savaşçılara, onlarla cesaret ve şeref yarışması yapmak için yaklaşır. Onların bedenleri yerleşik bir kurumu savunmak için silah kuşanmaz; haykırışları yerleşik bir hakikati beyan etmez. Tek tek savaşçılara yönelik bağırışları, yabanın kendisini bağlayan edimsel sözlerdir, ötekinin silahlarına ve ölümcül gücüne hitap eden sözler, ayağa kalkıp hayatını ortaya koyduğu sözlerdir. Galip geldiğinde ya da yenildiğinde, bir zafer çığlığı, yani kartalların ve aslanların çığlığını ya da son bir itaatsizlik ya da meydan okuma çığlığı atar.” (A. Lingis)
Bu anlamda M. Çetin’in de bir yaban gibi durduğunu, bir meydan okuma/ itaatsizlik çağrısı oldu-ğunu ve hayatını bunlarla sınadığını söylüyoruz. “Reddiyeyi en baştan çıkarmak gerekiyor sanki” demişti M. Çetin, yıllar öncesinden; “mülk edindiğin ‘okur’unu reddettikçe, senden talep ettiği şiiri estetik, düşünsel ve davranışsal uzançlarıyla reddettikçe kendin olmayı, eşitlerden biri olmayı, kendi kişiliğine sahip çıkan bir şiir olmayı mümkün kılabilirsin. Diğeri, karşılıklı bir rüşvet alış-verişi gibi duruyor.”
-Ama ne değişti de 'Taşa Hatıra'da fazla sözün hükmü yok? ‘Şiir vicdani bir pratiktir' diyordun, yani sadece politik bir duruş değil aynı zamanda okura karşı da bir tutum alış anlamında..
-M.Çetin: Doğrudan değilse de ideoloji dolayımıyla bir politik tutumu içselleştirmeyen herhangi bir poetik duruşun çok mümkün olmadığını düşünegeldim. Verili politikanın ilişkilendiği her şeyi araçsallaştırma ve aynılaştırma yaklaşımına eleştirel bir mesafe koyarken, şiirin kendince duyma biçimi ve diliyle kâinata, abartarak söylersek, öte hayatlara karşı sorumluluğunu görmezden gelmeyi de anlamlı bulmadım. Taşa Hatıra’da sözün hükmünün azalması, sözün meramı üzerinden açımlanırsa, durum daha iyi anlaşılmış olur kanısındayım. Yani, şiir eğer meramını daha az söz ile paylaşmayı kotarmışsa, azalan her sözcük, şiir için nimettir diye düşünüyorum. Burada sorun, nicelik anlamında sözün azlığı ya da çokluğu değildir kuşkusuz; şiirin, bir ‘duyusal-düşünsel’ örgütlenme biçimi olarak entelektüel vicdan pratiğinde gövdeleşmesi, şiirin kendisine de, okurunu satın almama etiğine de bir başka yerden dikkat çekme halidir..
Evet, öyle bir haldir zaten şiiri de. Bununla birlikte benim, Taşa Hatıra’da “dağları yine baştan çıkarıyor yaz atları/ kırlara övgü gibi serpilirken gölgeleri'' dediği yerden yola düşen bir beklentim olacak M.Çetin’in bir sonraki dosyasından: “yerli, melodisi ve anlamı olmayan bir müzikte hayvanların, sebzelerin, minerallerin ve iblislerin âlemini duyar.” (A.Lingis) ise evet, yaklaşık olarak budur beklentim. Yani şeylerin kendi doğal konumlanışlarının kendi müzikleriyle bize gelmesi, şiirin içindeki cazın o doğal (ilkel) varlığının duyumsanması ve “söz konusu doğal seslerin toplumsal karşılığını bulmayı ve yansıtmayı da amaçlaması.” (H.Turhanlı)
-Şiirin kehanette bulunma gibi bir durumu var mıdır bilmiyorum ama 'Taşa Hatıra'da görülmüş olan değil, sezilmiş/haber edilmiş bir durum var.. ve son olarak, hayatın birbirine geçmesi gibi sende de vaktinden önce/ sonraya denk düşen kitaplar var; sıraya denk düşen çalışma ne olacak acaba?
-M.Çetin: Şiirin, genel anlamda da yazınsal-sanatsal pratiklerin, sezgisel-duyusal bilgiyle olan öncelikli ilişkişi nedeniyle zaman zaman ‘Kassandra çaresizliğiyle’ anıldığı doğrudur. Ayrıca,’ilk-el’ topluluklarda bilici olanın bir tür ‘şair’liği de, şairin, semavi dinlerce tanrıya şirk koşan lanetlenmişliği de hatırlanabilir burada. Ancak bu, bir tür kâhinlikten çok, başka bir sezme, duyma ve akıl düzeniyle, yani farklı bir duymayı da olanaklı kılan bilgi evreni ve onun epistemolojisiyle ilişkili olmalı. Taşa Hatıra’da bu bir durum mudur, bilemem. Doğrusal bir zaman anlayışıyla tartışmalı bir geçmiş-gelecek projeksiyonu bağlamında Taşa Hatıra’nın da, Surédar’ın da farklı anlama çabaları görülüyorsa da, benim için bu, en azından benim için, Konfüçyüs’un “asıl bilgi, insanın cehaletinin sınırlarını tanımasında yatar” dediği yerde saklı.
Yeni kitaplar.. sanırım yine öyle olacak; yani, yeni kitaplarla da cehaletimin sınırlarını tanımaya devam edeceğim.
Akın Yanardağ
Kasım-Aralık’09, İstanbul
kaynak: varlık kitap eki, şubat 2010 http://www.varlik.com.tr/
*Surêdar: M.Çetin, 25 yıllık Kırmançça yazılı şiir birikiminden bir kesiti bu kitapta toplamış. “Günlük yaşamda giderek solgunlaşan dilin, yitmekte olan sesini duymaya ve şiirle duyurmaya çalışan Surêdar”, “vano/vanê/vacê” (söylüyor/söylüyorlar/söyle” sesi ve söylemi üzerinden de ortak bir tanıklığın sözünü çoğaltıyor..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder