Mehmet Çetin ile Söyleşi / Roni Yıldırım
CHP’li Onur Öymen’in 10 Kasım 2009’da, Kürt sorunun çözümüne dair Dêrsim 38 katliamı yöntemini önermesiyle, 70 yılı aşkın bir süredir tabu olan bir mesele daha tartışmaya açıldı. Konuya ilişkin ilk kez kapsamlı konuşmalar yapıldı, yazılar yazıldı ve yeni mağdurlar hikayelerini anlattı. İşte yazar Mehmet Çetin, bu tartışmaları içeren yazıları ‘Yas Kitabı / Dersim 38’i Yazdılar’ adlı kitapta topladı. Yazar Çetin’in amacı, kamuoyunun konuya dair bilgilenmesine katkı sunmak. Kitapta; geçtiğimiz aylarda yaşamını yitiren yazar Evrim Alataş’tan Cengiz Çandar’a, İsmail Beşikçi’den Hasan Cemal’e kadar birçok Kürt ve Türk yazarın yazıları yer alıyor. Yazar Mehmet Çetin ile Yas Kitabı’nı konuştuk.
Neden Yas Kitabı?
Kitabın girişinde „cehennem, acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir“ diyen Hallac-ı Mansur, neredeyse bin yıl öncesinden Dêrsimlilerin, en azından son yüz yıldır yaşadığı derin yalnızlığı tanımlıyordu sanki, derken de bunu anlatmaya çalışmıştım aslında. Yani sözlükler ‘yas’ için “ölüm veya bir felaketten doğan acı ve bu acıyı belirten davranış, matem...” gibi açıklamalar yaparlar, bilinir. Ama Osmanlı’dan Türk egemenlerine, Dêrsim’e onlarca sefer düzenleyenlerin açtığı yaraların, hele de ‘38 Dêrsim Jenosidi’nin herhangi bir ölüm veya acıyla açıklanamayacağının ötesinde, 70 yılı aşkın bir zamandır bu derin acının duyulmamış, bu yaraların sarılması için hiçbir şey yapılmamış olması, bu coğrafyadaki pek çok halk gibi Dêrsimlilerin de yaslarını tutmaya devam ettikleri gerçeğine işaret ediyor.
Dêrsim katliamı ve Dêrsim halkının acıları nihayet devlet zirvesinde de itiraf edildi. En çok da bu itiraftan sonra Dêrsim katliamı ve acıları konuşuldu, yazıldı. Dêrsim’i konuşmak için neden bunca zaman beklenildi?
‘38 Dêrsim Tertelesi hatırası; kurşun, süngü veya sürgün yaralarıyla insanlar hala yaşıyor, muhatapları bunları kitaplar, dergiler, belgeseller, albümler, eylemlilikler yoluyla anlatmaya çalışıyor olsalar da, tuhaf bir şekilde duyulmazdan, görülmezden gelinen bu ‘trajedi’. CHP Grup Başkanvekili Onur Öymen’in ‘Kürt Açılımı’ dolayımıyla 10 Kasım 2009’da TBMM’de yaptığı konuşma sonrasında, Kasım-Aralık 2009’da, yüzlerce makaleye konu oluyor. Dêrsim meselesi, yetmiş yılı aşkın bir suskunluğun ardından, önemli bir gündeme dönüşüyordu. Bütün bu sefer ve katliamlar bugüne kadar, ‘eşkiyalık’, ‘asayiş’, ‘isyan’ gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. ‘Kamuoyu’ vicdanından ses çıkmıyor, dahası ülkenin Komünist Partisi bile neredeyse devlet ile aynı gerekçelerle bu katliamları destekliyorken, nasıl oluyordu da birden böyle bir ‘vicdani tanıklık’ sunuluyor. Ya da ‘vicdan terennümü’ yapılıyor, ülkenin başbakanı dahi hem ‘Dêrsim’, hem de ‘Dêrsim Katliamı’ diyebiliyor, diyordum yine kitabın girişinde. Aradan bunca bir zaman geçti ve İsmail Beşikçi gibi en başından beri bu konuda da sahici bir vicdani tanıklık sunanlar dışında, kalanın bir tür ‘vicdan terennümü’ yaptığı da açığa çıkmış oldu yine. Hele de başbakanın o ‘göz yaşları’ yok mu...
Başbakan Erdoğan son dönemlerde Dêrsim adını çok zikretmeye başladı. Ama Dêrsim adının geri verilmesine de karşı çıktı. Siz buna ne diyorsunuz? Dêrsim katliamı gibi derin bir acı neden bu tür kirli siyasetlere malzeme yapılıyor?
Bu kirlilik, iktidar politikası yapmanın doğasında var zaten; iktidarını kurmak ya da korumak adına egemenlerin yapamayacağı dezenformasyon, kullanamayacağı hiçbir ‘malzeme’ olamaz. Bu, bizzat kendilerinin yaptığı zulüm ve katliam ‘malzemesi’ olsa bile, böyle. İktidar hırsının ‘meşru’ göstermeyeceği hiçbir şey olamaz. Dêrsim meselesindeki tutumları da, böyle bir iktidar ahlakının tipik bir örneği, kanımca. İşte, başbakan bir yandan Dêrsim ve hatta Dêrsim katliamı derken, diğer taraftan BDP Dêrsim Milletvekili Ş. Halis’in vermiş olduğu Dêrsim adının geri verilmesi önergesine karşı çıkması, bu ahlakın güncel bir başka kanıtı olmaktadır. Devletin ve Gülen Cemaati gibi ideolojik aygıtların, Dêrsim’in kendine özgünlüklerini bu kirli politikaları için kullanma tutumu tekrar tekrar açığa çıkarken, devlet politikalarına şu veya bu biçimde payanda olan kimi Tuncelililerin de bunu artık görebilmesi, kendilerini etnik ya da inanç babında nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, aynı kaderi ve kederi paylaştıklarıyla birlikte hareket edebilmeleri hayati önem taşımaktadır.
Sözün özcümlesi şu olmalı sanırım; 1937-38’de Dêrsim’de yaşanan herhangi bir katliam değil, devlet tarafından çok önceden planlanmış, kurgulanmış, Ermeni jenosidinin devamı olarak gerçekleştirmiş bir jenosittir! Dahası bu ‘yok etme’ tavrı o günden bugüne anadilde, inançta, doğada berdewam yıkım olarak sürmekteyken, Dêrsimlilerin, ‘senin hilelerinle baş edemedim’ diyen Seyidlerinin hatırlatıcı cümlesini özellikle ve öncelikle tutum ve davranışlarına kazandırması ve ‘elimde belgeleri var’ diyen başbakandan ve devletten bu belgelerin açıklanmasını istemesi gerekmektedir.
Osmanlı, tarihi boyunca Dêrsim’e karşı birçok sefer yaptı ama zafer elde edemedi. TC’nin kurucusu Atatürk’ün 1936’da meclis açılışındaki konuşmasında ‘mühim bir sayfa varsa o da Dêrsim meselesidir. İş bu meseleyi koparmak ve kökünden kesmek’ diyor. Dêrsim Kürt tarihinde hep ‘çıbanbaşı’ mıydı?Öncelikle Ermeni, Asuri-Süryani, Keldani, Kürt, Êzîdî, Alevi... Yani sıralamaya kalktığınızda etnik kimliği ya da inancından ötürü jenosid, etnik arındırma ya da asimilasyona tabi tutulmuş onca farklı rengi solduran bu politikanın, hükmet politikalarıyla sınırlı olmayan ve bu anlamda sürekliliği hep sağlanmış bir devlet politikasının sonucu olduğu tekrar tekrar söylenmelidir. Amaç defalarca ve en yetkili ağızlar tarafından dile getirilmiştir zaten; ‘tek millet, tek bayrak, tek vatan’ söyleminin merkezinde, Türk olmayanlara reva görülen ya yok etme ya da ‘kölelik’ ve asimilasyondur. Dêrsim özelinde de bu fazlasıyla böyle; yani yaralarımız üzerinden ve nispeten açığa çıkan kanıtlardan da anlaşıldığı kadarıyla, 1860’lardan itibaren sistematik Dêrsim seferleri düzenlenmiştir. Kadim değerlerini ısrarla korumak isteyen Dêrsim’in, Kürt tarihinde hep bir ‘çıbanbaşı’ olarak görülmesi de esasen bundandır. Nitekim, “dewrê tanjîmatî /dewrê huratî / dewrê cumratî / pêro kî mi dî / bara marê bî tertele û afatî” diyen Dêrsim’in şairi Sey Qajî, bu gerçeğin altını çok önceden çizmektedir. Yani tanzimattan da, meşrutiyetten de, cumhuriyetten de payımıza hep zulmün, acının ve kıyımın düştüğü gerçeği…
Nitekim, 1896’da Dêrsim için önerilen ‘blok havuz’ politikasına bakmak bile bu sistematiği anlamak için yeterlidir, diye düşünüyorum. O günden bugüne, Dêrsim’de herhangi bir iyileştirmeyi bırakalım; insanına, kültürüne, doğasına dair yıkımları sürdüren aynı ‘devlet’ zihniyetidir. Örneğin, 1896’da Anadolu Umum Müfettişi Müşir Şakir Paşa ile 4. Ordu Müfettişi Zeki Paşa’nın ‘Dêrsim’in Islahı’ için hazırladıkları ve 1930’larda Fevzi Çakmak’ın yeniden dillendirdiği ‘blok havuz’ politikası, şimdilerde aynı devlet tarafından uygulamaya konulmuştur. Dêrsimliler için ‘nihai yıkım’ olarak da adlandırılan Munzur, Peri ve Xarçik’te yapımı süren barajlarla Dêrsim’in tümden insansızlaştırılması gündemdeki aciliyetini korumaktadır. Suları boğulmak, toprağı ağulanmak, ormanları yakılmak ve tümden insansızlaştırılmak istenen Dêrsim’e dair devletin derin niyetinin, Dêrsim’i tümden yok etmek olduğunun anlaşılması, saf ve tavır alışta bunun baz alınması gerektiği kanısındayım.
Yas Kitabı bir derleme olmasına karşın, gerek önsözdeki ‘jenosid’ vurgusu ve gerekse eklerde İbrahim Kaypakkaya’dan aktarmalar ile Kemalizm’e atıf özellikle dikkat çekici, neden?
Evet, bu bir derleme kitap. Kasım-Aralık 2009’da yazılmış yazılardan, yaklaşım temsilleri üzerinden yapılan bir seçmeyle hazırlandı ancak bu yazılar dışında başka çalışmalara da yer verildi. Hangi yaklaşıma sahip olursa olsun, yazılarının kitaba alınmasına izin verenlere yeniden teşekkür ederken, soruna dair okuma yapmak isteyenler için bunun güncel bir kaynak olduğunu da söylemek gerekiyor. Ki, kitabın sonuna eklenen ‘Dêrsim okumaları için kaynakça’ ile de bu okumalara dair talep dile getirilmek isteniyor. Çünkü Dêrsim’de yapılanın jenosid olup olmadığını merak edeceklerin, ellerini artık vicdanlarına koymaları, okumaları, görmeleri ve bu olanakla sahici bir kardeşleşmenin kapısını aralamaları da, sürecin bundan sonrası için önemli olsa gerekir.
Kitabın eklerinde İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm’e dair yazdıklarından kimi alıntıları almanın ise iki temel gerekçesi oldu benim için. İlki, hakkaniyetti. Yani ‘kemalizm ile sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur’ zihniyetli bir sol kültürlenmeden, daha 1972’de ‘kemalizmin faşizan bir ideoloji’ olduğu tespitiyle epistemik/ideolojik kopuşu gerçekleştiren, politik analizlerinde bunu bir ‘belirleyen’ olarak değerlendiren İbrahim Kaypakkaya’nın hak ve haklılığının hatırlatılmasıdır. Ki, bu tespitleriyle yaklaşık kırk yıl öncesinden beni örgütlü mücadeleye kazandıran İ. Kaypakkaya’nın bu haklılığına atfen, kemalizm ile hesaplaşmayan bir zihniyet dünyasının ne o dönemi ne de şimdileri ‘devrimci’ bir yerden açıklamasının çok mümkün olmadığına dair kişisel kanaatimi de paylaşmak istedim. İkincisi ise Dêrsim jenosidi ve Kürtler öncelikli olmak üzere, Türk devletinin derin niyetinin gereği olarak dönem hükümetlerinin uygulamalarıyla sınırlı kalmayan bir zihniyetle berdewam karşı karşıya olduğumuz gerçeğinin, kemalizm ile doğrudan alakasının artık görülmesi dileğidir.
Yeniden Özgür Politika / 01 Ekim 2010
http://www.mehmetcetin.info/index.php/soeyleenler/24-dersim-hala-.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder