20 Aralık 2012 Perşembe

Bademler çiçek açacaktı: Mehmet Çetin

erdekinin notlarından /
(not: yaklaşık 24 yıl önce yazılmış bir yoldaşlık yazısı.)

Mehmet Çetin                       

     1.
     Görüyordun.
     Bademler çiçek açacakken kanıyordu yine göğsündeki açlık çığlığı. Duvar dibinde volta atarken düşlere de çıkacaktın ve yine vur emirleriyle nöbet kulesindeki.Hücren, bir karışlık pencereydi.. demir artı telörgü.. dışarda gece dışarda projektörler, parolalar.. katlini biriktiren tarihler yakındı.. ve mermisini yitiren tetik gibi susuyordu gözbebeklerin.
     Ay habersizdi.
     Ve üstelik yine görecektin: Nuri, uyumadan önce sağ eliyle, uzun uzun donakalacaktı sol koluna, parmak uçlarından omuzbaşına dek gezdirecekti elini kolunu sevecekti, bu gece uyut beni, bu gece uyut beni, bu gece bölme uykumu, gecenin bir yerinden ayağa kaldırma beni, bu gece sus, bu gece sona er artık sekiz yıllık sancım diyecekti ve yatağına girecek, kitap okuyacak, sonra da ülkesiz masalının perçmini aralayıp, küllerinden kendini varedemeyen anka kuşunun yaşama ihanetini fotoğraflayacaktı gözbebeklerine, yanıtını bulmayan sevmeyi unutmak artık ve hiç unutmadı, biliyorsun aynı hücrede senin gözlerinin önünde o sol kolundaki ağrı, albümlerde solan terkedilmişlik ve kalbindeki tükenmişlikle uyuyacaktı.
     Ay habersizdi ve görüyordun, bademler çiçek açacaktı.
     Ve aynı hücrede şair, açlığın içinden gül'menin şiirini yazarken o anıyı hiç unutmayacaktı: Dışardaki yine böyle bir geceydi, kar yağmıştı ve.. Gülesen'i pencere camından gecenin beyazlığına düşen duruşundan izlemişti. Hepsi bu! Dokunursa Esen Gül'ün solan gül olacağından korkmuştu sanki.. ve üstelik şimdi senin gözlerinin önünde açlığını anılarla unutup, kanayacaktı. Düşünürken, çok yakın durdun sulara, yaşasaydın bu sularda açar nilüferlere yazdığım şiirleri okurdun, diyecekti. Ne demek istediğini pek anlayacaktın.
     Geceboyu yağmur yağmış ve şair anılarla kalmıştı.
     Görüyordun, onun kalbi ölümyaralıydı. Ve üstelik ay habersizdi. Bu gece nasıl bir fırtınayı geçeceğini içdenizindeki dalgalanışta görüyordun. Ve sorular sorulmuştu sana. Bu mektupla gelen sorulara yanıtlar oluşturup söyleşiyi tamamlamış olacaktı. Ama bunlar kolay işlerdi senin için. Kısa sürede hallederdin, demiştin. İyisini öncelikle Musa Bey'le başladığın söyleşiyi tamamlayacaktın.
     Görüyordun, uzundu açlığın geceleri. Ve bu uzun gecelerde bile bitmek bilmiyordu Mustaabey'in iki yılı bulan hücre günlerini anlatması. İkide bir elini kaldırıp o hiç kirletmediği alnına vurmasını, kahretsin kimi şeyleri unutmuşum, demesini kabul edemeyecektin.
     Nasıl unutabilir, unutacak kadar nr biriktirmiş olabilir ki bir çocuk. Bunu söylemeyecektin, yoksa kızacaktı yine, üç ay ondört gün sonra yirmisekizime gireceğim, diyecekti. Ve sen gözlerinin azalmayan şaşkınlığıyla bakacaktın onun çocuk yüzüne. İki yılı hücrelerde olmak üzere onun dokuz yıldır içerde oluşunu da kabullenemeyecektin. Üstelik buna Mustaabey'de izin vrmeyecekti. Çocuk çocuk gülecekti yine ve o yenilgisiz gülüşüyle duracaktı karşında, bakarsın, gel biraz da güreşelim, diyecekti. Mustaabey'in yaşlanacağına hiçbir tarih inandıramayacaktı seni.
     Hapislik nasıl bir duygu, sana mı sorulmuştu bu soru?
     Hayır, müebbet cezalı Mustaabey karşında gülümserken böyle bu soruyu yanıtlayamazdın. Görüyordun, bademler çiçek açacaktı.
   
     2.
     Görüyordun.
     Güç değil, demiştin, oturup birkaç saat içinde yanıtlarım bu soruları. Ödül almıştın. Estetik kuruluştan, şiir ve lirizimden sözetmiş, böyle başarılı oluşunu neye borçlu olduğunu sormuşlardı. O kadar çok söyleşi okumuştun ki, şimdi kullanacağın her sözcük bir yapının köşe taşları gibi  işlenip hazırlanmıştı nerdeyse. O alışıldık süslülükte, şiirli estetikli cümlelerle kocaman yanıtları biriktirebelecektin. Bu öyle zor bir şey değildi senin için yazdıklarının cüceliğini birbirleriyle söyleşilerde yapay sırıklarla ayaklandırıp yüksek yüksek tepelere makamlar kuranlardan bu işi azçok öğrenmemiş değildin. Görüyordun, güç değildi bu iş, hemencecik hallederim demiştin.
     Ama bademler çiçek açacaktı.
     Üstelik geceydi ve hücresinde çoğalıyordu açlığın çığlığı. Aydın uyuyacaktı. Daha uyumaya hazırlanırken, kel demiştin v yüzükoyun yere uzanmıştın. Gel, şu sırtımı biraz çiğne, omurlarım deforme olmuş, kuluçlarım tutulmuş. Sırtımda katlanılmaz bir ağrı var. Ben bu ağrıyla nasıl çalışırım sabaha değğin demiştin.
     Uyumaktan vazgeçip gelmişti.
     Sırtında o çocuk ayaklarıyla gzinirken gülmemiş, tutup kaç kile olduğunu sormuştun. Sanırım elli dolayındayım, demişti. Kaç gündür açlık direnişinde olduğunu düşünüp, bir kaç kilo da bu sürede verdiğine göre evveliyatı en çok ellibeş kilo olmalı, diye hesaplamıştın. Sonra, toplam kaç gün açlık yaşadığını sormayı düşünmüştün. Ondokuz.. yedi.. yirmiiki.. yirmiüç.. bir de üç-dört günlükler var ve sanırım doksanbeş gün dolayında birşey, demişti.
     Susmuştun. Şakakların değil.
     Şakaklarını kurşuna dizen ağrıları susturamazdı. Aydın. Üstelik habersizdi. Ve ancak sırtımdaki ağrı için dert etme, bazı ağrılar insanı ayakta tutmaya da yarar, demiş ve gidip yatağına çekilmişti Başını kaldırıp açlığa artık ödeyecek fazlaca bir şeyi kalmayan o çocuk bedeninin solgun ama kararlı bir yaprakcasına sallanışına bakamamıştın. Bir daha karaçor oynayamaz mı diye  korkmamıştın hiç v görüyordun ki direniş kesiniğindeki ısrarcıydı.
     Ay habersizdi.
     Ve sen onun doksanbeş açlık gününü düşünmüş kederlenmiş ama direniş ısrarını sevmiştin. Kendi açlığını unutup onun müeebbet cezaya hükmedilmiş gencecikliğini direniş günlerini düşünürken yüzükoyun kapaklandığın yerde öylece susup kalmıştır ir zaman.
     Hapislik nasıl bir duyguydu?

     3.
     Anlıyordun, sana sorulmuştu bu soru. Güç değil demiştin yanıtlarım...
     Ama bademler çiçek açacaktı. Ve üstelik üç kişiydiniz hücrede. Üç açlık direnişçisiydinz. Nuri, işkence artığı ağrılarla dolu kolunu koynuna almış yatağın içine kıvrılmıştı. Görüyordun gecenin bir yerinde ya da sabah uyanır uyanmaz ilk işi hemen kolunu aramak olacaktı. Kolu ansızın cesede dönüşüyordu koynunda, orda unutuyor ve uyandığı an omzundan aşağı bir canlılık belirtisi duyumsayınca hemen telaşlanıyor, diğer elini sefere çıkarıp kolunu aratıyordu. Hiç değişmedi bu.
      Oda biliyordu ki ay habersizdi.
      Aydın'a baktın ve yatağının içinde onu bir an görmedin sanki. Üstelik tam da o an anımsadın ki bir başka yer bir başka zamandı ve oradaki Aydın değil Hasan'dı. O da elli kilo dolayındaydı. Gür bıyıklarını da uzatması yasak olduğundan incecik bedeni ve üzüyle erken yaşlanmış bir çocuktu sanki. Ve bir sayım anında onu yatağında farkedememişlerdi. Hasta olduğu  gerekçesiyle sayıma kalkmamış ve yatakla bir olmuştu. Orda kaybolmuştu sanki... Üstelik günlrden Cumartesi ya da Pazar olmadığından nasılsa bu tatil günlerinde gelip kendisini sorgu için gözlerini bağlayarak koğuştan götürmeyeceklerine inanıp, ağzı, yüzü, gözbebekleri silme gülüş dolsaydı. Hayır, o gün tatil günü değildi ve yatağının içinde kaybolup gitmek istemişcesine... sayım esnasında onu yatağının içinde aramak zorunda kalmışlardı.
     Belki hiç haksı sayılmazdı ama yine de Aydın farklıydı.
     Ve bilen tanıyan herkes farkındaydı ki çoğu kez beden diye elli kiloluk bir yürek koyardı yatağına sanki. Uykudayken kesik kesik soluklanışı, nabız atışlarının güncesini tutmaktı ve eriyen bedenim olsun, bu yürk ayakta kaldıkça.. diyordu hep. Görüyordun.
     Sana mı sorulmuştu pislik nasıl bir duygu diye?
     Ve üstelik senden ne duymak istediklerini de biliyordun. Bu yüzden güç değil, hemen yanıtlarmış demiştin. Bir dergide okuduklarımı anımsadım diyecektin belki: orda haftanın filmlerinin değerlendirildiği bir yazıda yine filmlerden biri için, bu filmi izlemeseniz de olur, iyisi mi çıkıp gidin sinemada beğendiğiniz bir filmi izleyinemişlerdi. Hapislik TV'de beğenilmeyen bir film yerine gidip herhangi bir sinemada beğeninize göre bir filmi izleyememek duygusu ve yıkıcılığı gibi birşey olsa gerek mi diyecektin? Derginin film eleştirmeninin bil seni hesaptan düşmüş olmasını mı kanıt diye sunacaktın bu yıkıcılığa. TV'deki filmi beğenmeyince çıkıp elini kolunu ve hatta insanlara çarpa çarpa ve Nazım'ın o n insan sokağını yüreğine bela kıla kıla bir sinemaya gidip, beğenine göre bir film izleme şansına eleştirmenin bile sana hiç tanınmaması mıydı dehşet, tam o an mıydı dehşet kavramına yeni bir içerik kazandırışın?
     Hapislik böyle bir duygu mu diyceksin?

     4.
     Ama bademler çiçek açmayacak mıydı?
     Açlık uzadıkça ve şiirin kanaması çoğaldıkça, yanıbaşında bir şairin gözleri bebeksiz mi kalacaktı? Görüyordun, ne yazık ki şiirin kanamasına kan ödeyen yine şairdi. Daha dün, ben bu çiçeğin adını bilmiyorum, hücrede maltada voltada yakaladığı her arkadaşına n'olur tanıyın, bu eflatun rengi hangi iklimden armağandır açlıktan solan yüzlerinize, sümbül duruşun ne zamandan beri sahiplenmiş bir çiçek, ülkem gibi adı yasaklı, tarihi yasaklı kalmasın n'olur tanıyın ve açıklayın, bu çiçeğin adını bilmiyorum, diye karşılaştığı her gözbebeğine yakarışını şiirlemiyor muydu?

     Geride bırakacağı yaşamıyla gururlu bir zambak gibi ve bebeksiz kalacak gözlerinin içine hücresinde ölü bulunan bir şairin kitabıyla kapanıp artık şiir yazmayacak mıydı böyle giderse? Akran olmazdık sen gibi gülümsemesini /sen gibi döğüşmesin... dizelerini şimdi nereye böyle ansızın ey kardeş yürek dizesiyle değil de yazgı simetrisiyle yine akran düşmeyi düşünemez miydi? Görüyordun korkulu gözler yoruluyordu şairin sözlüğünde. Ödünsüzdü. Belki arada bir tayfalarını öldürüyordu içdenizini ve kanıyordu ama.. uslandırırsan?
     Şair başağını unutmayan bir ekin gibi hep hazirandı.
     Üstelik, hâlâ ve hep alıngan...
     Aylardır yasaklı görüş günlerinde gelip gelip de kapıdan gözyaşlarıyla dönen içerdeki babasını bir türlü göremeyen çocuğun gözleri şiiri unutturabilir bu şaire. Artık şiir yazamaz noktaya varabilir. Omuz omuza volta attığı Sadık'ı da yanıbaşında unutmak zorunda kalabilir, yoksa şiiri de intihar edebilir, çünkü katlanamaz...
     Hapislik nasıl bir duygu, sana mı sorulmuştu bu soru?
     Görüyordun, sanki ölüm falı açtırıyorlardı Sadık'a ölceksin... ölmeyeceksin... öleceksin... ölmeyeceksin... demişlerdi. Ölmeyeceğini biliyordu Sadık ama tanılardan biri mörphea'ydı, biri skleroderms en cort lake, sonra yine skleroderma... ve daha yeni yeni tanılar da bekleniyordu. İnternational Ammesty devreye girmiş, ta Fransa'dan bu hastalığın uzmanı doktorlar kalkıp gelmişlerdi ve bilim namusuyla çırpınıyorlard: mörphea ile skleroderma nasıl bir arada olur bir hastaya nasıl öleceksin... ölmeyeceksin... şeklinde bir tanı konur, kendimiz biopsi yapmak istiyoruz, diyorlardı. Olmadı elbetteki Devletin şanına yaraşan yasaklar dikilecekti önlerine, Sadık'a ulaşamayacaklardı. Böylece tanısız ve tedavisiz kaldı.. ve aylarca değil yıllarca ne görüşe çıkabildi, ne hastaneye gidebildi. İlaç diye direnişlerdeki yüreğini sundu hücrelerine. Biliyorsun uzatmanın yararı yok işte... yargılandı, idamdan müebbet aldı, susmadı, değerlerini ve düşüncelerini savunduğu için artı cezalar aldı, ve yetmez gibi hücreleri...
     Hücreleri,hücre hücre ölse de ve hücrelerini beslenerek besleyemese de ölmeyeceğini biliyor Sadık. Kendisi yine bir açlığın içinde de olsa daha bademler çiçek açacak ve üstelik elleri de bin teliş Dur duraksız elleri omuzları gözbebekleri silahlı kadınların resimlerini işliyor tuvalete. Hanımelleri çiziyor hanım hanım ama döğüşken duruşların yanına yöresine. Fondaki geceye ateş böcekleri düşürmeyi de hiç unutmuyor.
     Bir şey mi savunulacak birşeyler mi yapılaak  ya da eğlenilip ağız dolusu gülünecek mi, hemen o davudi sesiyle, "ben de... ben de" diye bağırıp gelen kim? Kimdi o hücre hücre ölen?
     Hapislik nasıl bir duygu, bu soru sana sorulmuştu, değil mi?
     Eşber nasıl susacak o zaman? Tamam, blki o "ben de... ben de" demeyecek ama nasıl susacak? O kazananı kaybedeni bir türlü anlaşılmayan Partizan-Acil voleybol maçlarının değişmez ve tartışmaz hakemi: o her maç sonrası gülüşle paylaşılan gofretleri  cebinden kapış kapış aldığınız o ağzından düşürmediği hiç akıl edemediği gülümsemesiyle yere çarpan her top için "sayı mı oldu" diye sormasını yine kendisine anlatıp birlikte güldüğünüz dostunuz ve hakemliğini hiç unutmayacak olduğunu o bunca şeyden sonra müebbet cezayı bile bitirmeye yakın zindan yıkıcılığı  ve yıllanışıyla nasıl susacak?
     Tamam kabul et ki sen de görmüş ve coşkuyla gülümsemiştin. Eşber karşı bloktan biriyle konuşurdu, konuştuğu dilsizdi ve üstelik Eşber'in gözleri de görmüyordu, yetmez gibi anlaşıyorlardı da... Ve şimdi nasıl susturacaktın bu dilsiz anlaşan... voleybol maçlarını yöneten... gören elleri yüreği apaydınlık bilinciyle üreten bu sarsıcı güzelliği nasıl susturacaktı?
     Üstelik ay da habersizdi.
     Hapislik nasıl bir duygu, bu soru sana mı sorulmuştu, güç değil hmen yanıtlarım mı demiştin ama Eşber izin verecek miydi buna? Üstelik O da görmeyen gözleri ama görenlere de ışık tutmaya çalışan yüreği bilinciyle, bedenini sunmuyor muydu açlığa?
     Üstelik bademler de çiçek açmayacak mıydı?

     5.
     Yalan tanrıların kutsal yalanları doğrulanmak zorunda mı her an topraktan gelmedi o can girmek zorunda mı toprağa? O can geceyi yakan uzakta bir dağbaşı ateşiydi belki, ardında büyüyüp kalan beş çift gözbebeğin sahibi o çocukların babasıydı. Ülkesinin yaşlanmayan delikanlısıydı.
     Hastaneye kaldırıldığında eks durumundaymış artık...
     Mehmet Emin Öldü.
     Ailesi "onurlu bir mücadelede, gururlu bir kurtuluş" demiş ölümüne. Görüyordun, yaşlı ve ölümle kederli yüz çizgileriyle acemi, ürkek ve içten parmak işaretleriydi zaferi kazıyordu acıların derinliğine, ölenin annesi "oğlum ölse bile bu durum bizim ve tüm işkence görenler için bir zaferdir" diyen de babasıydı. Üç oğlu ile işkencelerin  en çirkininden  geçen yaşlı ve ölüm yaralı ama oğlunun "onurlu mücadelesi" ile gururlu..
     İşte orda Diyarbakır.
     Bir halkın çarpan nabzı gibi dimdik duruyordu; açlık idrenişçileri... ölüm yaralılarıyla... orda. Bu direnişte düştüydü Mehmet Emin. Görüyordun, ölüm haberinin yer aldığı gazeteyi bile vermek istemiyorlardı size. Açlıktaydınız ve haber tansiyonunuzu artırırmış ya...
     Ama ölüm haberleri hiç bir yasak tanımaz. Haberi ülkenden gelen rüzgarın gözyaşları getirdi. Biliyorsun. Açlığa yine can ödendi...
     Müebbet hapislik nasıl bir duygu, bu soru sana mı sorulmuştu? Güç değil, hemen yanıtlarım mı demiştin?
     Ama Mehmet Emin ölmemişti daha.
     Ay habersizdi. Ve üstelik bademler çiçek açacaktı artık...

yeni şiir-Şubat/88

Hiç yorum yok: