"Yalnız
Kalışımızın Sebebi Çok Derindedir"
Şêx Sait'in tornu
olarak tanınan ve zamanla da bu tanımın önüne geçen Kürt aydını Abdülmelik
FIRAT ile, halklar tarihinden, dillere ve dinlere, oradan politikaya ve
siyasete kadar varan geniş bir yelpazede söyleştik. Söyleşiyi dergimiz
adına Mehmet Çetin ve Selman Yeşilgöz yaptı.
DERSİM: Sayın Fırat, bir söyleşi
kapsamını son derece zorlayacak bilgi, deneyim ve tanıklığa sahip olduğunuzu
biliyoruz. Doğaldır ki bu birikiminizi Dertsim dergisi aracılığıyla paylaşmak
istiyoruz. Ama konuşmak, sormak istediğimiz o kadar çok şey var ki... Örneğin,
söyleşiye başlamadan konuştuğumuz Dersim Aleviliğinin tarihsel arka planına
dair diyeceklerinizle söze başlasak...
ABDÜLMELİK FIRAT: Öncelikle şunu belirtmek istiyorum
ki, insanoğlunun sosyal sorunlarının en mühimi din, mezhepler ve tarikatlar
sorunudur. Bunlar da çok iç içe girmiş girift meselelerdir. Bunları
hurafelerden arındırılmış haliyle, teolojik olarak, yani dinibilimler açısından
aklın, mantığın, felsefenin kabul ettiği ölçülerde değerlendirmekte zaruret
var. Her ne kadar bu alanda resmi bir kariyere sahip olmasam da, Kürdistan
medreselerinde aldığım dini bilgilerin ışığında bütün dinlerin ve mezheplerin,
daha özelde İslam dininin mezhep, tarikat ve fırkalarının görüşlerini özet
olarak sunabilirim. Ama burada hepsinden bahsetmekten öte öncelikle
Türkiye'deki Alevilik hakkında, onu daha iyi anlamak için genel olarak da
Alevilikle ilgili bir görüş beyan etmek istiyorum.
Evvela belirtmek
gerekir ki; Alevilik dediğimiz mezhep, yani Hazreti Ali'ye izafe edilen bu
görüş ilk çıktığı zaman Şia olarak adlandırılmıştır. Peygamberimizin vefatından
hemen sonra hilafet üzerindeki tartışmalarda, ilk konuşulan mesele hilafetin
kime geçeceği konusudur. Bu tartışmalarda "Hilafet Hazreti Ali'nin
hakkıdır" diyen bir grup ortaya çıkmıştır ki, peygamberimizin amcası,
Hazreti Ali'nin de amcası Hazreti Abbas ve Selmani Farisi gibi ileri gelen sahibelerin
bir bölümü de bu görüşe sahip olmuşlardır. İşte o görüşe sahip olanlara
"Şia tul Ali" denilmiş ve Ali taraftarlığı diye isimlendirilmiştir.
Bilahare hilafet Hazreti Ali ukdesinde olduğu zaman, Muaviye'yle yapılan
savaşlardan sonra bu hareket daha çok Alevilik şeklinde isimlendirilmiştir.
Hazreti Ali halife olarak bu mücadeleyi yürüttüğü için teorik olarak şüphe yok
ki Alevilik/Şialık, İslam dininin bir görüşüdür ve bir mezhep diyebiliriz buna.
Mezhep dediğimiz şey dinde "görüş" demektir, yani bir noktai nazar
ifade etmektedir. Bu fıkhi de olabilir, siyasi de. Fakat Şialığın ortaya çıkışı
siyasidir, yani başlangıçta bulunan fıkhi yönü yoktur. Hazreti Ali taraftarları
ile Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve yahut da onlardan
sonrakiler arasında pratikte, inançta, amelde, ibadetleri yerine getirmekte
fark yoktur. Sünni mezheplerde yani Şafii, Hanefi, Maliki ve Hambeli'deki
farklılıklar nasılsa, Alevi mezhebiyle farklılıkları da o seviyededir. Fakat
'Ehlisünnet' diye isimlendirilen mezheplerin, Alevilikle olan farklılıkların
temeli dinin usul meselelerindendir, çok mühimdir. Alevilere, Şialara göre
halifelik, peygamberin postu, cemaata bırakılmış bir mesele olamaz ve yine
onların iddiasına göre bunun hem Kuran'da hem de hadiste yeri vardır. Ehlisünnet
ise diyor ki, hilafet, yani peygamberin postuna dair Kuran'da veya hadiste,
peygamberimizden çok net bir ifade yoktur. Hazreti Ali'nin üstünlüğü meselesi,
yani onu üstün görmek Dini bakımından hiç bir sakıncası yoktur. Bu reye sahip
olan bir kimsenin hilafetin Hz. Ali'nin hakkıdır demesi hakkına sahiptir. Onun
doğal hakkıdır. Hazreti Ali'nin bilgi üstünlüğünden hiçbir Müslümanın tereddüdü
yoktur. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman da onun bilginliğini
tasdik etmişlerdir ve birçok meseleyi ona sormuşlardır. Kaldı ki onun
kahramanlığından da kimsenin tereddüdü yoktur, onun zahit oluşundan yani
dünyaya ehemmiyet vermeyişinden de. Necabetinden de, yani asaleti itibariyla da
peygamberin amcasının oğlu ve hem de damadı oluşundan. Bu kadar sıfata sahip
olan bir insandır Hazreti Ali. Fakat Alevilerden farklı olarak Ehlisünnet
mezhepleri halifelik için derler ki, bu İslam'ın naslarından değildir, bu
topluma bırakılmış bir keyfiyettir. Eğer Nas ile bu durum sabit olsaydı
herkesten önce Hz. Ali bu durumu kabul etmez savaşırdı. Yani kendi
yöneticilerini, halifesini, kendi liderlerini seçmek topluma bırakılmıştır.
Tabii buna karşılık Şia da şöyle bir karşılık veriyor, diyor ki; Hazreti Ali,
İslam'da fitne çıkmasın, karışıklık olmasın diye sükut etmiştir. Daha sonraki
mücadelelere gelince, yani Ehlisünnet diye kendisini nitelendiren İslam
gruplarında Hazreti Ali'ye karşı laf etmek hiç kimsenin haddine olmamıştır,
öyle bir yola da sapılmamıştır. Ancak Emeviler döneminde, maalesef siyasi gücü
elinde tutmak için, Hazreti Ali'ye camilerde sövmeler ve onu sevenlere de büyük
hakaretler olmuştur, ve bu farklılaşma o günden bugüne devam edip geliyor. Ama
bu dinden kaynaklanan görüşlerden değil, daha çok siyasi emeller için
yapılmıştır. Hakan olan, han olan, padişah olan, lider olanların, hasis
menfaatlerini tatmin etmek için Sünni ve Alevi ihtilafını kendi hasis
menfaatları için körüklemiş ve kullanmıştır. Bu ihtilafların kaynağında
çıkarcılık yatmaktadır.
-Egemen güçlerin en
eski alışkanlığı bu; kendi iktidar hırsları için insanları birbirine düşman
etmek, birbirine kırdırmak. Ama yanlış bilmiyorsak, Aleviler, hangi isim
altında olurlarsa olsunlar, hep mağdur, mazlum taraf olagelmişler. Üstelik
İslam için o kadar bedel ödemişlerken...
-A.FIRAT: Evet,
Hazreti Ali'nin sevenleri hemen her çağda çok zulme uğramışlardır. Emeviler
döneminde, hatta Emevilerden sonra Müslüman toplum içinde Ehlibeyt'e hizmet
eden ve onlara siyasi iktidarı vermek isteyenlerin mücadelesinde bile bu böyle
olmuş. Ki bir örnektir, bunların başında Eba Müslümi Horosani vardır. Onun
mücadelesi o kadar önemli, anlamlı ve kutsal olmasına rağmen, Ehlibeyt hilafeti
kabul etmemişlerdir. Hz.Abbas'ın ahvadı olanlar, biz onların amcazadesiyiz
diyerek iktidarı almışlar fakat iktidarı aldıktan, yani Ehlibeyt lehine yapılan
bir hareketin üzerine gelip oturduktan sonra maalesef amca çocukları olmasına
rağmen onlar da Ehlibeyt'e çok kötü muamele yapmışlardır.
-İkitdar olmanın
dayanılmaz hırsı...
-A.FIRAT: Tabii ki öyle. Tarihen de
sabittir. Sonraki imamların bir çoğu onların döneminde yani Abbasiler
tarafından zehirlenerek şehit olmuşlardır. Bu hadiseleri tarihi olaylar da
doğruluyor. Ama kavimler ve ırklararası mücadelenin de burada fonksiyonu var.
Mesela Persler, Arapları tarih boyunca hep hakir, yani deveye binen, yılan ve
kertenkele yiyen, deve sütü içen bir toplum olarak görmüşlerdir. Ve peygamberin
gelişiyle Arapların yücelmesini hazmedemeyenler olmuştur.
-Bu konuda Kürtler
için ne söylenebilir? İslam'ı kabul etmeden önceki dinleri, inançları ve
İslam'ı kabul ettikten sonra bu inançlarının süren biçimleri, ve bir de Dersim
Aleviliğinin bu inançlarla ilişkisi...
-A.FIRAT: Kürtler
İslam'dan önce de din sahibiydiler ve dinleri de Zerdüşt dini, kitapları ise
Zend Avesta idi. Bu uzun zaman, Kürtlerin İslam dinini seçene dek dinleri
olarak devam etti. Mesela şu anda Kürtlerde bizim 'namaz' dediğimiz şeyin
Arapçası "sela't"tır ama biz "sela't" demeyiz, 'nemeyz'
deriz. Nedeni, Zerdüşt dininde de böyle bir ibadet vardı. Şekil değişik ama
ismi 'nemeyz'dir. Arapça'da orucun adı 'Sevim'dir ama Kürtler, 'sevim' demez
'roji' derler. Türkçe'deki hem "namaz" hem de "oruç"
Kürtçe'den alınmadır. Türkçe'de bu ibadetler yoktur. Çünkü Türkler
Şamanist'tir, putperesttir. Kürtlerin Zerdüştlüğüne gelince, bir görüşe göre
iki Zerdüşt vardır. Biri milattan önce bin, biri de beş yüz sene sonra
gelmiştir. Kitap olarak da Zend ve Avesta diye iki kitap vardır. Bana göre,
nasıl ki İslam dininde Batıni mezhepler varsa Zerdüşt dininde de farklılıklar
var. Ezidi veya Ezadi dinine bağlı Kürt'ler aslında Zerdüşt dininin batıni bir
koludurlar.
-Ezidiler de bu
coğrafyada en az Aleviler kadar yanlış tanıtılmış ve biraz da bu nedenlerle çok
zulme uğramış insanlarımız. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
A.FIRAT: 'Ezd'
Kürtçe'de Allah demektir. Ezadiler, Ezdiler Zerdüşt dininin batıni koludur.
Hemen hemen her inançta "hayır ve şer" vardır. Zerdüştlükte de öyle.
Mesela İran dinlerinde ve hatta Brehmenlik'te, Budistlik'te de Ehremen ve
Hürmüz tabirleri vardır. Ehremen kötülük tanrısıdır. Zerdüşlükten ayrılmış
Batıni kol olarak Ezadilik, Ezidilik, ağırlığını daha ziyade Ehremen üzerine
kurmuştur. Tabii şimdi "şeytan" kelimesini kullandın mı onlar çok
kızar, onlar "Melekitavus" derler, yani kötülük yapan gücü elinde
olan melek. Onlar mademki kötülüğü yapan budur, bize kötülük yapmasın diye ona
çok saygı duymuşlardır. O saygının neticesi olarak "Melekitavusu"
ilahlaşma noktasına kadar getirmiştir. Bu durum Ezidiler içinde gitgide değişik
boyutlara ulaşmıştır. Sonra Müslümanlık gelişince, Kürtlerin çoğunluğu Zerdüşti
olduğu için İslam'a daha rahat uyum sağlamışlar fakat Ezidiler çok
zorlanmışlardır, kabul etmemişlerdir, mücadele etmişler ve hatta göç
etmişlerdir. Kars, Ağrı, o taraftan on binlerce Ezidi göç etmiş ve Afrika'ya
kadar gitmişlerdir. Bir Fransız papazının yazdığı bir kitap var, üç yüz sene
önce yazmış, diyor ki; on bin Ezidi evvela Dere Zor dediğimiz Suriye'ye, oradan
da kalkıp Mısır'ı geçerek Afrika'ya yani Cezayir'e gitmişlerdir. O kitaba göre
Cezayir'de iki kabile var, birisinin adı Laven, diğerinin ise Baben. Bunlar
Ezidi Kürtleridir. Orada Müslüman olmuş ve kalmışlardır. Bir kısmı da
Müslümanlığı kabul etmediği için okyanustan geçerek Cenubi Amerika'ya
gitmişlerdir. Aynı kişi, Rio De Jenario'da da şu anda Ezidi Kürtlerin olduğunu
söylüyor. Bunu şunun için anlatıyorum; mesela Alevilik'te de ilk çıkış teorisi
siyasi olarak başkaydı, sonra eylemde, amelde değişiklik oldu. Mesela 'Oniki
İmamların görüşlerini esas alan, onların görüşlerini de hadis olarak kabul eden
ve Ehlibeyt'i kabul eden sahabelerin dışındaki diğer sahabelerin de
nakillerinde kabul etmeyen bir fıkıh vardır. İran bugün onu uyguluyor fakat
bunun dışında ameli olarak pratikte Alevilik diye 23-24 fırka vardır.
İsmailiye, Sabbahil'er, Qeramitiler, Dürziler gibi başka bir çok mezhep var.
Şia ise 'Xullatu Şiacı' yani Şia'nın Batınisi diyor bunlar için. 'Xullatu Şia'
yani Şianın yanlış, sapık noktalarına giden diye isimlendirilir.
Şimdi tabii
Batınilikle ilişkisi anlamında Kürdistan'daki Alevilere gelmeden önce bir özel
misal daha vermek istiyorum. Bugün Lübnan'da 'Cebeli Dürüz' dediğimiz yerde,
Dürzüler vardır. Dürzi'yi Türkçe'de birçokları hakaret manasında kullanıyor.
Halbuki Dürzi, terzi demektir. Bu mezhebin kurucusunun ismi Hamza el Dürzi'dir.
Derzi veya Terzi veya Terzi Hamza, Hamza el Dürzi, Mirza Muhammed'le beraber
Fatımi halifeleri zamanında Mısır'da yaşamış bir insandır. Terzi Hamza'yla,
Mirza Muhammed o zamanki Fatımi halifesi için diyorlar ki Allah Halifenin
zatında zuhur etmiştir. Yani kendisine ilahlık rütbesini veriyor. Bunu
söyleyince, tabii o zamanın ilim merkezi Mısır'da bütün Sünni mezhepler olduğu
gibi Şia'nın da fıkhi mezhepleri dahil, hepsi galeyana geliyor ve diyorlar ki
"bu küfre giriyor, bunun katli vaciptir". Fakat bu, iddiaları
halifenin hoşuna gittiği için öldürtmüyor onları, hatta biraz da para veriyor
ve "gidin" diyor. Bunlar da geliyor ve Lübnan dediğimiz Cebeli
Lübnan'da kendi inançlarının temelini atıyorlar. Şimdi gidin Lüban'a, Dürzilere
bakın, Alevilik'ten çok uzaktırlar. Dürzilerin yaşayışları değişiktir, tipleri
de değişiktir. Lübnan'da, Beyrut dağlarında güzel evleri var, çalışkandırlar,
ibadetlerini de kimse bilmiyor. Hem kadın, hem de erkek din adamları vardır.
Bir Dürzi, zahiren diyor ki, "ben Dürzi'yim, Müslüman'ım" ama temel
görüşleri İslam'a hiç uymuyor.
-Bunun bir başka
biçimi de bizim Dersim'de yaşandı Sayın Fırat; yakın yıllara kadar
büyüklerimize Türkçe 'Biz kimiz, nereden geldik' diye sorduğumuzda, olmayan ya
da o kırık Türkçeleriyle bize; "Biz Horosan'dan geldik, biz özbeöz
Türk'üz" dediler. Oysa Kırmancki sorduğumuzda, yani "Ma kamime"
dediğimzde bize "Ma Kırmancime" dediler. Özellikle Alevilik üzerinden
Horosanla bir bağ kurulmaya çalışılıyor. Sizce biz Dersimliler kimiz ve
Aleviliğimiz nereden geliyor?
-A. FIRAT: Şimdi burada soruna şöyle
bakmak lazım. Türkiye'de herkes Aleviliği özellikle götürüyor Horosan'a
bağlıyor. Niye? Horosan, eski ismi Tus olan şehrin ismi, şimdi Meşhed'dir. Niye
Meşhed demişler, orada İmam Ali Rıza zehirlenip şehit olduğu için. Ehlibeyt'i
sevenler orayı ziyaretgah olarak kullanıyor. Oraya gidip şehit olmak veya
Meşhedi olmak, onun türbesinden ve onun manevi ervahından faydalanmak
isteyenler, orayı kutsal bir şehir durumuna getirmiştir. Halbuki Horosan'da
eskiden Türk yoktu, şu anda da yoktur. Horosan halkı Pers'tir. Horosan'da başka
etnik gruplar da var, örneğin bir milyondan fazla Kürt var orada. O zaman da
vardı. Ki Eba Müslümi Horosani de oradan geldi. Eskiden beri orda olan Kürtlere
ilaveten, bir de Şah İsmail, İran'daki Sünni Kürtleri toparlayıp lider kadrolarını
öldürdükten sonra diğerlerini Horosan'a sürmüştür.Şimdi Tahran'dan Hindistan'a
doğru gidince görülür ki yol kenarında Kürt köyleri vardır, buraya ne zaman
geldiniz diye sorduğunuz zaman, diyorlar ki; "Biz Şah İsmail zamanında
geldik, biz "Kurde Gavestiya" yani öküzü yorulmuş Kürt. Şu anda
oradaki Kürtler içinde göçebeliğini bırakıp köylere yerleşenlere 'Gavestiya'
derler, yani 'öküzü yorulmuşlar' anlamındadır. Fakat Kürtlerin göçebe hayatı
yaşayanları, daima dağlarda gezen, yazın zozan dediğimiz yüksek dağlardaki
yaylalarda ikamet eyleyen, kışın da sıcak yerlere 'beru' denilen yerlere giden
Kürtlere de "Gaburi" derler, yani öküzü yorulmamış Kürt. Çünkü ağır
yükler öküz sırtında taşınıyordu.. Şah İsmail'le Yavuz Sultan Selim arasındaki
mücadele de çok enteresandır, bunu bilmek lazım. Yavuz'un kendi ordusu
Yeniçeri'dir ve onların öğretisi Bektaşiliktir. Onlar Şah İsmail'e pek karşı
değiller, Şah İsmail de Aleviliği "Kızılbaşlık" olarak tanımlamış ve
organize etmiştir. O zaman Bitlis'te, İdrisi Bitlisi diye bir bilgin adam
vardır. O da Sünni'dir ve Şah İsmail'den ürkmektedir. Bazı tarihçilere göre Şah
İsmail esasen Kürt kökenlidir. Her ne kadar Şah İsmail'in kullandığı dil Türkçe
olsa da, o zaman Şah İsmail'e karşı İdrisi Bitlisi "Bu zat Alevi'dir, biz
Sünni'yiz, bizi imha eder" gibi kaygılarla 23 Kürt aşiret beyliğin
ittifakını sağlıyor. İdrisi Bitlisi bunları Yavuz Sultan Selim'in yanına
götürüyor. Hatırlarsanız, çocukluk yıllarımızda ilkokulda bir fotoğraf vardı,
Yavuz Selim ata binmiş, diyordu ki; "er olan arkamdan gelsin." Şimdi
o söz nereden kaynaklanıyor? Yeniçeriler Yavuz'un arkasından gitmediği için, bu
söz söylenmiş. İlkin Şah İsmail'e hücum eden bu 23 Kürt aşiretidir. Şah İsmail
hezimete uğradıktan sonra yeniçeriler de katılıyor. Burada benim önemsediğim
şey şu; Şah İsmail kendi tarafında kalan Sünni Kürtlerin ileri gelenlerini
öldürmüştür, diğerlerini Horosan'a göndermiştir. Bu tarafta kalan Kürtlere yani
Alevi Kürtlere de Yavuz Sultan Selim büyük zulüm etmiştir. Yalnız Alevilere
değil, kendisine tabi olan Kürt beyliklerini de dolaylı, politik yollardan
ortadan kaldırmıştır, ama Alevilere daha çok zulüm etmiştir.
Şimdi burada bir
noktaya gelmek istiyorum; bugün ben bizim Kürtlerin içindeki Alevilerin aşağı
yukarı her mıntıkasını gezmişimdir. Hınıs, Varto, Bingöl'ün Kiğı mıntıkası,
Dersim, Elbistan, Maraş ve daha başka yerleri. Çorum'da da Kürt Aleviler var.
Bütün bunlara baktığımız zaman, meselelerin detayına inince pratikte görülen
Ehlibeyt sevgisinin Alevilerin hepsinde olduğudur. Fakat pratikteki ibadet
şekillerinde Ezidiliğin yani eski Kürt dininin etkisini görüyorsunuz. Burada
benim şahsi görüşüm şu; yanlış da olabilir, illaki mutlak doğru değil ama ben
diyorum ki Kürtlerin bir kısmı Müslümanlığı kabul etmiştir, bir kısmı da kabul
etmeyip göç etmiştir. Hatta, o Fransız papazın da anlattığı gibi; gidenlerin
bir kısmı da kendilerini başka biçimlerde kamufle etmişlerdir. Şimdi, Dersim
mıntıkasının Alevileri Ehlibeyt sevgilerini hep açıkça ifade etmişlerdir ve
kamuflaja pek ihtiyaç duymamışlardır. Sevgilerini ve inançlarını yaşamışlardır.
Fakat dikkatli baktığınız zaman o eski Ezidilerin kimi inançları, örneğin güneşe
karşı ibadeti bütün Dersimlilerde özellikle var. Ben Rusya'daki Ezidilere
sormuşumdur; "Kürtlerin bu duruma duçar olmalarında inançlarının mutlaka
tesiri vardır, en eski Kürt inancını siz taşıyorsunuz, anlatın bana
ibadetinizde ne diyorsunuz" diye. Bana söylediklerine göre, onların da üç
sınıfı var; biri mir, biri pir, biri mürittir. Burada evvela mir, maddi hükmü
elinde tutan hem ruhani hem maddi görevi yapan mertebedir. Pir yalnız ruhani
görevi yapıyor, müritse her ikisine kayıtsız şartsız bağlı. Bir mürit, pirin
mutlak emrindedir. Şimdi buradan baktığınız zaman, bizim Kürt Alevileri daha
ziyade 'pir' diyorlar kendi dini önderlerine. Evladı Resul, seyitten ziyade pir
diyorlar. Bir de şu nokta çok mühim; diyorlar ki biz dua ettiğimiz zaman,
"Xudeyu Allah'ım, evvela yetmişiki milleti, sonra bizi doyur"
diyoruz. İşte Kürtlerin kendilerini arkada bırakıp bütün insanları düşünmesi,
Müslümanlığa geçince de sürüyor. Bakıyorsunuz ki bu Alevi Kürtlerde de var,
Sünni Kürtlerde de. Ama Müslüman Sünni Türklerin hiçbiri bu şekilde dua etmez.
Oysa Sünni Kürtler de, Alevi Kürtler de dua edince evvela 72 milleti dile
getirirler.
-Bu inanç, ve hatta
dua etme biçimi Dersimlilerde neredeyse bir yaşam kültürü. Ama Dersim'le
Horosan ve Türklük ilişkisi üzerinde biraz daha duralım istiyoruz. Tarihsel
olarak böyle bir ilişki yok mu diyorsunuz?
-A.FIRAT: Yok!
Dersimlilerin Horosan'dan geldik demeleri tabii ki bir kamuflajdır, siyasi
otoriteye, despot rejime karşı kendini korumak için bir zamanlar ortaya atılmış
bir can simitidir. Eskiden de Horosan'da Türk yoktu ki! Fakat Türkler nereye
gitmişse burası benimdir demiştir. "Horosan Türklerindir" demiş, oysa
orası Türklerin ülkesi değil. Horosan Farslarındır ama orada eskiden beri
Kürtler de var. Demiştim, Eba Müslimi Horosani bir kumandan, eğer orada Kürt
yoksa niye ordan çıkacak, Bağdat'a Arap ülkelerine gelip Ehlibeyt mücadelesi
yapacak. Bugün de orada Türk yoktur. Bu tamamen bir aldatmacadır. Oradan gelen
pirler olmuştur, dini propaganda yaparlarken biz Horosan erenleriyiz, "Biz
Horosan'dan geldik" diyenler olmuştur. Ondan etkilenme olmuştur biraz.
Demek istediğim, bugün bizim Kürdistan'daki Alevileri Türkleştirmek isteyen,
işte Horosan'dan geldiler, onlar öz beöz Türkler falan diyenler büyük aldatmaca
yapmaktadırlar. Bu hiçbir tarihi kayda dayanmıyor. Şimdi egemen olan bir
Türk devleti var ve Kürt dilini yasaklıyor. Peki bunlar Türk ise niye
inadına Kürtçe konuşuyorlar? Hem de ağır bedeller ödeyerek! Bu kadar gayrı
tabii bir iddia olamaz. Buna kargalar bile güler. Yani Türklük iddiası
fevkalede saçmadır; insan Türk olduğu halde gelip ölüme rağmen ben Kürdüm
diyecek, bunun mantığı yoktur. Bir de Horosan'da zaten Türk yok ki! Eğer Türk
varsa belki yüzde birdir. Evet, bizim Kürt Alevilerin görüşlerine, Şah
İsmail'in kızılbaşlığı, Bektaşiliğin görüşü de katılmıştır. Fakat bu ancak
yüzde kırk nispetindedir. Yüzde altmışı, yani ibadetlerinin temelinde daha
ziyade Müslümanlıktan önceki Zerdüşti ve Ezidi dininin esasları vardır. Mesela
bugün nereye gitsen Kürt Aleviler güneşe karşı fevkalede saygılıdır. Hatta
tarih kitaplarında nasıl ki Yunan dilindeki Anatolia 'güneş ülkesi' ise bizim
Kürtçe'de de Mezapotamya'ya 'velate rojkan' denilmiştir. Yani 'güneş ülkesi'.
Kürtler, dünya kurulalı beri denmesi bile caizdir ki, Mezopotamya'nın en eski kavmidir.
Tabii tek kavimdir iddiasında değiliz,başka kavimler de yaşamıştır, gelmiş
geçmiştir. Ama Kürtler buranın en eski kavimlerindendirler ve peygamberleri de
Hz. Brahim'dir(Hz. İbrahim). Babası Nemrut, döneminde puthanenin idarecisi
olduğu için, oğlunun ismini 'mabedin kardeşi' diye koymuştur yani Brahim. Ve
Hz. Brahim bir çok peygamberlerin de babası ve atası sayılır. Hz. Nuh'un gelip
konduğu yer de Cudi Dağıdır. Bazı tarihçiler diyorlar ki, İkinci Adem kabul
edilen Nuh'tan sonra yeniden insanların çoğalması Cudi'den başlamıştır. Yani
Kürtler bu bölgede en eski kavimlerden biri ve Hz. Brahim gibi de bir
peygambere sahipler. Dahası, Nemrut gibi ilahlık iddia etmiş krallar
yetiştirmiş bir tarihleri var. Ama sonra nasıl olmuşsa dağılmışlar, birlikteliklerini
kaybetmiş ve parçalanmışlar. Bugün de belki dünyada hiçbir toplumun yaşamadığı
bir acıyı yaşıyorlar ve zulüm altında çok acı çekerek inliyor halkımız, bu da
bir vaka.
-Halklarımız bu acıyı
tarihleri boyunca hep yaşadılar sanki. Dersim Aleviliğinin tarihsel ilişki ve
etki kaynaklarını konuşurken de görüyoruz ki bu bir mağdurluk tarihi, ve bir
açık yara gibi duruyor tarihin orta yerinde. Şöyle bir izlek oluşturulabilir mi
acaba; Zerdüştilikten Ezidiliğe, oradan İslam ve Haricilikten Qeramatiliğe ve
şimdinin Dersim Aleviliğine.. Ama bunların mağdurluk tarihi olmaları kadar
doğal bir karekteristlikleri daha var sanki; dini bir doğasal yaşam biçimi
olarak yaşamaları. Nitekim buna atfen Desim Aleviliği için
"Çoktanrılı" "Paganist" diyenler var de var. Bu konuda
neler söylemek istersiniz?
-A.FIRAT: Bir inanç,
bir mezhep eğer siyasi otoriter tarafından, padişahlar, zorbalar tarafından
eziliyorsa, bunlar kendi kültürlerini belli bir noktadan sonra
taşımayabilirler. Taşıyamayınca bilgisizlik onu çok daha değiştirebiliyor. Bu
antropologların, dinbilimcilerin, sosyalbilimcilerin araştırma sahasıdır aynı
zamanda. Daha önce söylemiştim ya, Zerdüşti olan Kürtler daha çabuk İslam'a
dönmüşlerdir. Çünkü onların da kutsal kitapları var. Fakat Ezidiler
Zerdüştlüğün Batıni kolundandırlar. Onların değişimi daha zor, farklı ve eski
inançlarını içten içe koruyarak devam edegelmişlerdir. Kanaatime göre Dersim'in
coğrafi durum itibariyle Dersimliler de etrafındaki diğer inanç sahiplerinin
baskısından kendilerini korumak için Aleviyiz, Ehlibeytiz muhibbiyiz
demişlerdir. Tabii Ehlibeyt sevgisi kalptedir. Onun pratikte tezahür eden pek
çok şeyi yoktur. Yani cami yapmak, namaz kılmak, hacca gitmek vesaire bu tür
tezahürler yok. Bunu demekle onlar gerçek anlamda Alevi, Şia olmamıştır da
demiyorum. Bu da yanlış olur, bir bakıma öyledirler. Onlar da inanma
biçimlerine göre ibadet etmişlerdir ama haliyle kendilerine göre bir yorumdur.
Üstelik kendi içinde bir hayli farklıdır. Şimdi böyle bir halkın öne çıkan,
yani otorite ile, devlet ile muhatap olan kesimiyle muhatap olmayan kesimin
kendi en eski inancını yaşama biçimi değişiktir demek istiyorum. Yani bugün de
gidip Dersim'e bakın; köylüler ayrı, siyasettekiler ayrı, okulda okuyanlar
ayrıdır. Çünkü sen İstanbul'a geliyorsun, yeni şeylere temas edince, bilerek ya
da bilmeyerek karşı görüşlünün görüşü de senin kafanda yer edebiliyor.
Ama köylünün ufku neyse o orda kalıyor, pek değişmiyor. Yani bu anlamda
mühim olan yaşanandır. Birisi gidip Kürtlerin Sivas'ta, Çorum'da isterse
Dersim'de olsun köylerine gitsin ve baksın; görecektir ki daha sonraki herhangi
bir inançtan çok onlarda Ezidiliği, Zerdüştiliğin en eski izlerini görür. Bu
halen böyledir.
-Sayın Fırat, biraz
daha yakın tarihimize gelmek istiyoruz. Bu dönem için de bilgi ve tanıklığınıza
ihtiyaç duyduğumuz pek çok şey var. Doğrusu, Abdülmelik Fırat'ı ilgili bütün
kamuoyu, mazlum, mağdur ama mağrur bir tarihin emaneti olarak görür. Üstelik
kimileri emaneti hıyanete değişirken, siz ağır bedeller ödemek pahasına bu
emaneti bugünlere taşıdınız. Nitekim, sürgünlerle büyüdünüz, zindanlardan
geçtiniz, mahkemelerde idamla yargılandınız ve T.C bu yaşınızda bile yakanızdan
düşmek istemiyor.
Şimdi, kendi diline,
kültürüne, tarihine böyle bir duyarlıkla sahip çıkmak isteyen biz Dersimliler
de geliyoruz yanınıza ve bu tarihinizle Dersim ilişkisini ya da ilişkisizliğini
ve bunun nedenlerini merak ettiğimizi söylüyoruz. Bu sanki bir muamma olarak
kaldı bugünlere. Meseleleri içerden bilen ve yaşayan biri olarak bunu nasıl
açıklarsınız?
-A.FIRAT: Benim
için söylediğiniz bu güzel sözlere layık değilim, teveccühünüze de
müteşekkirim. Ama hemen şunu söylemek istiyorum ki, toplumbilimciler de bunu
sık sık ifade ediyorlar; bir toplumun öz karakteri ve ahlakı asırlar da geçse,
ne kadar değişim olsa da, çok kolay değişmiyor ve o karekter bir biçimde gene
kalıyor. Mesela biraz önce Ezidilerden bahsettim, dualarından; işte Kürt
halkındaki o digergamlık (başkalarını düşünmek) esastır, o hep kalıcıdır. Çok
zulüm görmelerine rağmen dili, kimliği her şeyi inkar edilen Kürtlerde gidin
yüzde doksan dokuzunda Türklere karşı bir düşmanlık yoktur. Biz böyleyiz,
halkımız da öyle. Yani bu bizim Kürt ırkının bir hususiyetidir. Kürt ırkının bu
hususiyeti başkaları için çok iyidir de kendileri için iyi olmuyor maalesef.
Kürtlerin diğer bir hususiyeti ise kendi ırkına karşı da çok kahramanca
mücadele etmesidir. Yani kalın kaburgalıdır, birbirine pek yaklaşmıyorlar. İşte
bu iki haslet, yani çok üstün bir karekteri olmasına rağmen, bireysel olarak da
toplumsal olarak da sonuçta Kürtlerin aleyhine olan bir durumu yaratıyor. Şimdi
tabii Kürtler böyle olunca, sık sık komşu ırklarınmüşterek tasallutuna,
tecavüzüne uğruyorlar. İşi güncelleştirirsek; bir Arap bir Pers bir Türk, bu üç
unsur bu üç ırk da Kürtlerin komşusudurlar. Hem de dini ortaklıkları olmasına
rağmen, bu üç ırk da Kürtlerin varlığını, kimliğini, haysiyetini yani hem aklın
reddettiği hem de ilahi kanunların reddettiği bir şekilde Kürtlere uygulamaktadırlar.
Ama Kürtler bu kaosun içinde gene de kendine zulmeden bir diğer etnik gruplara
karşı hiç kin duymuyorlar; bence bu Kürtlerin genel karakteristiğidir.
Kendilerini ezen, yoksayanlara kin duymayan bu Kürtler birbirlerine
yaklaşmıyor. İşte felaket burada. Birbirini dinleme yok, tolerans yok,
yakınlaşma yok. Mesela bir Kürt İstanbul'a, Ankara'ya geldiği zaman, ilkin
kendi köyünden, memleketinden olan ve bir yer etmiş Kürdü göze alıyor; onu
nasıl düşürürüm de ben yerine geçerim diye. İşte bu çok büyük bir felakettir
Kürtler için, ve bunu halletmemiz lazım. Ve ben bu hususta en olgunlaşanların
da Dersimliler olduklarını görüyorum Kürtler içinde. Çünkü onlar çok daha zulüm
gördüğü için, onlarda diğer Kürtlere nispeten daha hızlı bir gelişme var. Ama bu
da yetmez, henüz kafi değil. Kürt ister Ezidi olsun ister Alevi, ister Ateist,
ister Sünni olsun, kendisini düşman göreni iyi görmelidir. Sorun Kürt oluşudur,
dilidir. Ana mesele bu. Yani burada bir defa bu asgari müşterekte Kürtlerin bir
olması şart. Bu başkasına karşı bir birlik değildir; kendi varlığını koruması
bakımından gereklidir. Bir insanın kendini koruması en doğal hakkıdır ve doğal
bir refleksidir. Ama Kürtlerde bu doğal refleks bile zayıf. Üzücüdür bu. Yani
birisi sana taş attığı zaman kafanı uzatmazsın, değil mi, en azından refleks
olarak korursun kendini. Komşumuz olan ve bizi yoksayan diğer etnik grupların
bize reva gördüğü hem akıldışı, hem de dindışı davranışlara karşı Kürtler
mutlaka bir olmalıdır. Kürtlerin evvela bu noktaya gelmesi lazım. Ama bu
noktaya gelmememiz için de çok tuzaklar kurulmuştur; mesela mezhep farklılığını
özellikle düşmanlarımız ortaya sürmüştür. Mezhep farklılığını bir yana
bırakalım, Sünni mezhebinin, Nakşibendi tarikatının iki kolunu düşünün; hem
Sünni'dir bunlar hem de Nakşibendi'dir, iki kardeştir bunlar, ayrılmışlar, ama
düşman onları dahi birbirine düşürüyor. Bunları görmemiz lazım. Bu demektir ki
sosyal hadiselere karşı gözümüz kulağımız açık değildir. Aam artık 21.
asırdayız. Dünya küçüldü, bunu da görmeliyiz. Sorduğunuz soruya gelince, bu
dediklerime bianen, Kürdistan'da genelde bir itibarsızlığı mı yoksa hadiseler
sırasındaki itibarsızlığı mı kastettiniz?
-Galiba ikisi bir
arada; ama daha çok hadise dönemlerindeki, örneğin 1925 ile 1938 başkaldırıları
sırasındaki olanı ve olmayanı sizden dinlemek istemiştik.
-A.FIRAT: Tabi bu
meseleler fevkalede mühim. Mühim oluşu biraz da şundandır ki, şu ana kadar Kürt
aydınları yahut da bu hadisenin mağdurları hiçbir şey yazmamışlardır ve yazmaya
da imkan verilmemiştir. Mağdurların, tanıkların yazdıkları yok ama asan, kesen
hakim, savcı ve cellatların yazdıkları var. Ve bugünkü Türkiye'de 'efkarı
umumiye'nin zihinlerini dolduran da bu görüşlerdir. Üstelik mağdurların bir
çoğu da kendisini mağdur edenlerin görüşüne tabi olmuştur bu durumda.
-Avcılar'ın yazdığı bu
tarihe inanan mağdurların, biraz da düşmanına benzeme psikolojisi mi bu?
-A.FIRAT: Evet,
başka bir deyim daha var; hani derler ya, bir milletin en büyük bedbahtlığı,
tarihini düşmanının yazmasıdır. Kürtler işte bu noktadadırlar. Şêx Sait
ailesine gelince bir noktayı belirlemek istiyorum, Şêx Sait'in dedesi, Palu'da
ikamet eyleyen ve Nakşibendi tarikatının büyük postneşinlerindendir. Tabii Şêx
Sait ailesinin Malatya'dan tut Elazığ, Bingöl, Erzincan, Erzurum, Muş, Diyarbakır
gibi geniş bir mıntıkada hem kendi ailesi hem de kendi ailesine bağlı bir çok
şêx ailesi vardır. Şêx Sait'in babası Hınıs'ın Kolhisar köyünde ikamet
etmiştir. Bizim Kolhisar köyümüzün bulunduğu mıntıkada bütün komşularımız Alevi
Kürtleridir. Yani Bingöl dağının eteğinde 2-3 köy Sünni'dir. Diğerleri hep
Alevi köyleridir. Mesela bizim Kolhisar'a 2 km mesafede Karaağaç köyü
vardır ki Alevidir. Eğer bizim ailenin mezhebi taassubu olsaydı -ki hem maddi,
manevi nüfuz bakımından güçlü olduğu halde- o mıntıkadaki Kürtleri
Sünnileştirme çabası yahut da o yolda bir mücadele olabilirdi. Halbuki böyle
bir şey hiç olmamıştır. Onların mezhebi görüşlerine saygı beslenmiştir. Hatta
çok iyi komşuluk ilişkilerimiz olmuştur, hep iç içe yaşamışızdır. Üstelik bizim
hizmetlerinin çoğunu da onlar yapıyorlardı, dostluk, komşuluk adına.
-Onların 1925'teki
tutumları ne olmuş, hadiseye katılmışlar mı?
-A.FIRAT: Bunu
bir örnekle açıklayayım; Şêx Sait efendinin 1925'te seyisliğini yapan Çerkez
adında bir genç vardır. "Kırkaltılar" içindedir. Yani idam
edileceklerin içinde onun da ismi var ve kimse bilmeyince, acaba Çerkez mi diye
merak ediyorlar. Oysa Çerkez, Karaağaçlı, 23 yaşında Alevi bir gençtir. Şêx
Sait'in de seyisidir. Sonunda mahkeme tespit ediyor ki Çerkez Alevidir ve Karaağaçlıdır.
Diyorlar ki gel seni bırakalım, sen Alevisin bunlar Sünni. Çerkez de "Bu
dünyada Şêx Sait yaşamayacaksa eğer, ben de yaşamak istemem" diyor. Onu da
astılar, o kırkaltı kişi içinde o da vardır. Dersim'deki Alevi Kürtlerle diğer
Kürt aşiretleri bir araya gelememiştir. Yani aynı aşirete mensup olarak dahi
bir araya gelmeler olmamıştır. Mesela bazı aşiretler var bir yerde Sünni'dir
başka bir yerde Alevi, bunlar bile buluşmamıştır. Diyelim ki Dersimde Hesananlı
var Jirkiler var İzollar var, bunlar Alevi, ama diğer yerlerde Sünni'dir
bunlar. Türkistan'dan gelenlere verilecek cevaptır bu aynı zamanda; mesela
Dersim'de Şadiller var, Bingöl'de, Erzurum'da da var, daha bir çok yerde, ama
inanç biçimleri farklı olabiliyor. 1925 hadisesinde Şêx Sait efendi Dersim'e
gelmiş de, Alevilerin kestiği eti yemediği için, Dersimliler başkaldırıya
iştirak etmemişlerdir, bilmem ne olmuş. Hepsi uydurma bunların, hepsi yalan.
Yani Şêx Sait efendinin gönderdiği insan bile Dersim'e gelmemiş, mektup
gönderilmiş. Elazığ'da Baytar Nuri ve Hasan Hayri vasıtası ile Dersim'e mektup
gönderilmiştir. Yani bu hadiseye iştirak edin, diye. Fakat eskiden beri pek
ilişki olmayınca, bir de başka bazı mülahazalalar araya girince, yani mezhep
farklılığının ötesinde daha başka şahsi durumlar nedeniyle irtibat
sağlanamamıştır, meselenin aslı budur. Az önce dediğimiz gibi, aynı aşiretin
mensuplarının bile irtibatsız olduğu öyle bir devirde..
-38'deki Dersim'in
yalnızlığını da böyle mi anlamalıyız?
-A.
FIRAT: 38'deki hadisede Şêx Sait sülalesi sürgündedir zaten, hem de ikinci
sürgününde. Çünkü 25 hadisesi olduğu zaman ölümden kurtulan erkeklerin hemen
hepsi İran'a, Irak'a kaçmış. 30'da gelmişler ama 35'de ikinci sürgün olmuş.
Çoluk çocuki kadınlar, hepsini sürgüne göndermişler. İkinci sürgünde biz
Trakya'da sürgündeydik, yani 38 hadisesi patlak verdiği zaman.
Şimdi gelip şu noktaya
bakmak lazım; yalnız kalışımızın sebebi çok daha derinlerdedir. Bunu bir
bakımdan dile getirmeye çalışıyoruz. Ama diğer taraftan birileri Kürt
jenosidini baştan beri gündemine almış ve Kürtler bunu birlikte görmeyi
becerememişler. Bütün bunlar yetmez gibi bizim insanımız öyle garip
propagandalara inanmış ki, kendisini katledeni bile kurtarıcı sanmış. Mesela
Dersim'de denir ki İsmet Paşa kollamış Dersimi, Fevzi Paşa korumuş da Celal
Bayar yapmış bütün yapılanları. Oysa ne Celal Bayar'ın sözü geçer ne de İsmet
Paşa'nın. Sözü geçen yalnız ve yalnız Atatürk'tür ve bu cumhuriyetin hem banısı
hem tanrısıdr; her şey olan odur. Bırakalım Kürtlerin komşularının yaptığı
mezalimi, bir de Avrupa emperyalizminin parmağı var bu mezalimde. Batı
dediğimiz zaman kapitalisti hem de komünisti, yani hem Avrupa emperyalizmini
hem de Sovyet komünizmini birlikte düşünmek lazım, zihniyet aynı çünkü. Sovyet
arşivine baktığımız zaman onların da M.Kemal'i tuttuğu, Kürtleri mürteci
gördükleri çıkacaktır ortaya. Batı emperyalizmi zaten ona fetva vererek, sen
gel halifeliği, padişahlığı at, herşeyi değiştir, size verelim devleti ne
yaparsanız yapın, demiş zaten. Bu haritayı masa üzerinde yapan emperyalist
güçler burda da Kürtlere karşı gizli bir ittifak kurmauşlardır, kinleri de var
zaten. O da Selahaddini Eyübi'den kaynaklanıyor, yani onlara karşı Müslümanları
birlikteliğe sevk eden o harekata ve ona karşı, hâlâ kiliselerin arka
duvarlarında bu gizli propaganda ve kin işleniyor. İngiliz misyonerlerin
gizlilik içinde daha 1914'lerden beri İngiliz Krallığı'na yazdıkları raporlarda
bu vardır. Ben Avrupa'da iştirak ettiğim toplantılarda bunu hep söylüyorum.
Diyorum ki onlara; anladık, siz Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu ya da
İslam ülkelerini harita üzerinde parçaladınız. Arapları 23 devlet yaptınız,
bilmem daha neler. İran'daki bir jandarma albayını, okur yazar olmayan Rıza
Pehlevi'yi şah yaptınız. Yahu Kürtleri de hiç olmasa kendinize köle yapsaydınız,
tıpkı diğer köleleriniz gibi. Niye bizi tutup kölelerinize köle yaptınız? Bu
çok büyük bir ayıptır, bari bizi kölelerinize köle yapmayaydınız, diye. Şimdi
burada onların kaygısını biliyoruz tabii. Onlar diyorlar ki Kürtler
mutaasıptır, kaburga kemikleri de kalındır. Diğerleri gibi eğilmezler. Birlik
olunca tehlikelidirler. Zihinlerinin en gizli noktasında yatan düşünce budur.
Batı kalkıp bizi bunların eline verdi; bunlar da kaba, barbar, zorba insanlar.
Ne hukuk, ne insan hakları. Kendi toplumuna hukuk, insanlık düşünmeyen
başkasına ne düşünecek ki? Özbe öz Türk olan bu yönetim yine özbe öz Türk olan
vatandaşı için ne düşünüyor ki? Yani ona iyi bir şey mi düşünüyor? Kendi
toplumuna zulmü reva görenden, temeli zulüm, talan, yalan üzerine kurulu bu
sistemden ne beklenebilir ki? Kim ki daha çok zalimse, hırsızsa, yalancıysa en
yükseğe o çıkıyor. Elbette bu sistemin içindeki biz Kürtler de onların daha alt
tabakasında hem ekonomik, hem siyasi, hem de sosyal olarak onlara desteğimizi
esirgemedikçe, kendi aramızda bir araya gelmeyi beceremedikçe onlar
istediklerini rahatça yapabiliyorlar.
-Bu bir araya gelmeyi
engelleyen nedenleri biraz daha açığa çıkaralım isterseniz. Çünkü bu durum,
sonrası için de bir anlamda geçerli. Malumunuz, sitem bir yanıyla pozitif duygu
içeren bir beklentidir, öyle bir dilek, özlemdir ve onun karşılanmamış
olmasından kaynaklanan bir kırılıştır. Şimdi, 1925 hadisesine dönüp
baktığımızda, o hadisenin mağdurları Dersimlilere ne kadar sitem duydular
acaba? Mesele 25'de insanlar öldürülürlerken, sürgün edilirken, köyler
boşaltılırken... Aynı şey 38 ve daha sonrasında Dersimliler için de geçerli
olsa gerek. Aynı trajediyi yaşarlarken, yalnız bırakılmalar araya bir de
sitemi, daha derin bir kırılış ve mesafeyi kattı mı?
-A. FIRAT: Tabii... Halk kesimi şüphesiz ki kendine göre bir şey bulur,
buldu. Bu müşterek de olmayabilir. Her yörede değişik gerekçeler bulunabilir.
Fakat şunu iyi biliyorum ki Kürtlerin uyanık kesimi yani Kürt şuuruna ermiş,
ister bürokrasiden olsun, ister askeri ya da sivil olsun, ister mahalli eşraf
olsun, tahmin ediyorum onlar meselenin aslını bildikleri için birbirlerine pek
sitem etmemişlerdir. Demişlerdir ki, 25'te Dersimlilerin bu hadiseye iştirak
etmemeleri kafi miktarda meselenin içini bilmemelerindendir. Isınmamışlardır.
Mesela bunun en tipik misali, benim amcam, yani Şêx Sait Efendi'nin büyük oğlu
rahmetli Şeyh Ali Rıza Efendi'nin dedikleridir. Bizim Varto'da hemen
bitişiğimizde Hormek aşireti var. Onlar milis olarak devlet tarafında
savaşmışlardır. Amcam onlara karşı hep mazeret beyan ediyordu. Diyordu ki;
"Hormek aşireti Varto'da olduğu için, onların hemen bitişiğinde Cibran
aşireti var. Daha büyük bir aşiret, ve aralarında aşiret çatışmaları var. Bu
hadisedeki Miralay Halit Bey, Cibran aşireti reisi, Şêx Sait'in de
kayınbiraderi. Hormekliler onun için hadiseye karşı şüphe duymuşlardır."
Tabii temel neden bu olmakla beraber başka nedenler de var. Hormek aşiretinin
ağa kesiminin devletle ilişkilerinde, hatta Rus harbinde de yanlış davranışları
olmuştur. Onların şahsi durumları bir tarafa, ama aşiretin bu genel kaygısını
amcam hep dile getirmiştir. Tabii Dersim daha uzak ve irtibat kurulmamış bir
yer. Şimdi Dersim'deki aşiretlerin 25 hadisesine katılmamasında bence en büyük
faktör Hasan Hayri'dir. Aydın olmasına rağmen hep başka hesaplar yapmıştır.
Onun için kafi miktarda destek sunmamıştır. Bir de Doğan Dede'nin tesiri
olmuştur. Onlar o zaman yine mezhepçiliğe kayarak bu hadiseye sırf Sünni'lerin
meselesi, devletin taktim ettiği şekliyle "irtica" endişesiyle
yaklaşmışlardır. 'Bunlar Sünni'dir, gelirlerse bizi de keserler' gibi gereksiz
endişeler duymuşlardır. Bir de siyasi nedenler. Ama bu sözünü ettiğim çevrelerde var, yoksa halkta o fikir yok.
Biganedirler, nötr durumundadırlar. Mesela benim edindiğim bilgiye göre Seyit
Rıza oldukça uyanık bir kişiliğe sahip. Ama 38 hadisesinde Dersimli aşiretler
arasında bile bir birlikteliği sağlayamamış. Toplum gelişmeyince, buna hazır
olmayınca bir insan bir şey yapamaz. Mesela çoğu kişi Şêx Sait hadisesini
zanneder ki; kalkmış, başkaldırmış, sonra da mağlup olmuş. Hayır, daha bu fikri
sahadayken, yani ağaların, beylerin her yere mektup yazıp bir araya gelerek
karar vermeye çalıştıkları bir safhada üstlerine saldırılmış. Yani bir araya
gelmeyi konuşmalarına bile imkan verilmemiş. Bunu hem Ruslar, hem Fransızlar,
hem de İngilizler, Kemalist rejime yardım ederek provake etmişlerdir. Hem içten
hem dıştan. Bu tarihi gerçekler ve vesikalar ortada. İnşallah bir gün bunları
yazacağız, hem de belgeleriyle birlikte.
-Batı'nın provake edici rolüne dair
hayli iddia var, ama Kürt cephesinden bu iddiaları belgeleyecek bir çalışma
ortaya çıkmadı pek, yanılıyor muyuz?
-A. FIRAT: Ben diyorum ki İngiliz
emperyalizmi ve diğer Batı ülkelerinin müşterek hazırladığı bir politikadır bu
saldırılar. Jön Türklere, İttihatçılara ve en son Mustafa Kemal'e taktim edilen
bir politikadır; Osmanlıdan ayırdıkları bu parçadaki insanları yani Kürtleri
size bıraktık, ez, kes ne yaparsan yap serbestsin, diye. İdareyi devralanlar
da, Kürtler kendi dillerini, kültürlerini unutmadıkları için, bunlar yarın
bizim için tehlike olurlar deyip sistemli bir biçimde kah jenosid, kah
asimilasyon uygulayarak bizi yok etmek istediler. Ama bir noktadan sonra
nefesleri tükendi artık, nefesleri gayri tabii yerlerinden geliyor, ne yapsalar
başedemeyecekler. Ancak insani tarafları galip gelip insan haklarına saygılı
bir sisteme girerlerse, bu ülkede beraberce yaşama şansına hep beraber ancak
sahip olabiliriz.
-İçten de bir provakasyondan söz
ettiniz, yani Batı'nın içten provakasyonundan. Nasıl anlamalıyız bunu?
-A. FIRAT: Nasıl ki Osmanlı,
Batı'nın genç çocuklarını devşirme olarak alıp, enderunda yetiştirip idareyi
onlara devrettiyse, Batı da güçlü döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun eşraf ve
paşa çocuklarını Avrupa'da okutunca Jöntürk, Yeni Türk olarak, bu ülkenin
örfüne, adetine, inancına karşı olmak biçiminde onları şartlandırdı. Bu
hareketler 150 seneden beri devam ediyor. Osmanlı'da ilk müdahale İttihat
Terakki'yle olmuştur. İttihat Terakki çıktı kardeşlik, hürriyet ve eşitlik
dedi. Üçü de yalan çıktı. Ne eşitliği bıraktı, ne hürriyeti ne de kardeşliği. O
kadar zalim ve canavar bir gruptu ki Türkiye'yi, yani Osmanlıyı mahvetti.
Bunlar birinci gruptu, temizlendiler. İkinci grup İttihat Terakkiciler bu günkü
sistemin kurucularıdırlar. Sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik sistemini
değiştirdiler, adamın ayakta işemesi bir medeniyet nişanesi oldu. Bu kadar
basit durumlarla bu noktaya getirildi bu ülke. Ama şimdi ülkemizde zulmü
görenlerde de bir anormallik var. Bu sistemin yaptığı kötülüğü görüyor, tenkit
ediyor fakat, bir noktada onun yaptığını da mübah görüyor. Mesela şu anda
Türkiye'de İslami gruplar var ama onlar bu sistemin Kürtlere yaptığının hepsini
mübah görüyorlar. Başka yerdeki Müslümanlara yardım yapıyorlar ama kendi
ülkesindeki Müslüman kardeşlerine gavur nazarıyla bakıyorlar. Bu tür tehlikeler
de var, ve bunlar bir anlamda içteki provakasyon olanaklarıdır, bunları da
gözden uzak tutmamak lazım. Dediğim gibi, inşallah bir gün bunları da
yazacağız, hem de belgeleriyle birlikte.
-Dediğiniz gibi, bu tarihi hep
başkaları yazdı ve sonuçta bu nedenleri öğrenebileceğimiz yazılı bir tarih yok.
Özellikle emperyalistlerin bu hadiselerdeki rolü hakkında çok değişik
sunumlar oluyor. Bu durumda ancak sizin gibi, bilenlerimizin sayesinde bu doğru
bilgileri edinebileceğiz. Ama bir araya gelme denemeleri olduğunu da
söylemiştiniz, örneğin 38'de...
-A. FIRAT: Evet, bu pek bilinmez ama
belirteyim ki, Şêx Sait'in en küçük kardeşi Şêx Abdürrahim Efendi, 38
hadisesine katılmak üzere Suriye'den geldi; yanında büyük bir grup vardı. Fakat
bu grup Diyarbakır Bismil'e geldiği zaman, kendilerinin Suriye'de 5-6 sene
beslediği bir Türk subayı onları ihbar etti. Güya onların arkadaşıydı. Askeri
birlikler açık bir sahada pusu kurarak onların etrafını kuşattılar ve büyük bir
müsademeden sonrası bir tarla içinde onları ateşe verip öldürdüler.
Dersimlilerin bu olayı bilmeleri ve unutmamaları gerekir. En azından bu hadise
bir araya gelme isteğinin kanıtıdır ve unutulmamalıdır.
Yani demek istediğim şu ki; Şêx Sait
hadisesine katılan adamların çoğu zaten silinmişti. Ya öldürülmüşler ya da
sürgündeydiler. Ama Şêx Sait'in küçük kardeşi teslim olmamıştı. O da Suriye'den
bir ekiple Dersim'e gelmek istemişti ama dediğim gibi, onu da yolda öldürdüler.
Yani bigane olmak yok. Dersim'dekiler de kardeşimizdir ve bir mücadele
içindedirler, onların yanına gideceğiz, diyorlardı. Bu ulvi bir fikir ve eylem
biçimidir. Fakat anlatılamıyor, bilinmiyor. Şunu söylemek istiyorum; bugün Kürtler
düne nazaran artık bir noktaya gelmiştirler. Zaten mezhebi taassup da
kalkmıştır. Bu sistem insanlarımızı öyle yapmıştır ki artık Sünni ile
Alevi arasında fark da kalmamıştır. Ben bazen gençlere diyorum ki, birbirinize
Sünni, Alevi demeniz fuzulidir. Eğer içkiyse hepiniz içiyorsunuz, namazsa
hepiniz kılmıyorsunuz. Oruç da yok. Yani aranızda fark da yok. Manası yok artık
ben Sünni'yim, Aleviyim demenin. Kaldı ki Sünnilik, Alevilik bunlar aynı dilin
mezhepleridir. Ama insanı yaratan yaratıcı, ona hangi dili, hangi rengi, hangi
inancı vereceğinin kararını verendir. O, insanın elinde değildir. Ama kendisine
verilene sahip çıkmayan insan da insan değildir, dini de yoktur. Onun için
Kürtlerin evvel, kendilerini yok farz eden, Allah'ın kendilerine verdiği imtiyazı
yani bir dili, bir kültürünü yok farz eden kim olursa olsun, onu en büyük Allah
düşmanı olarak görmesi gerekir. Ki, en büyük barbar da o kişidir. Mazlum
olanların bu noktada bir araya gelmesi şarttır. Ama Kürtlerin bir araya gelmeme
inatları, yetmezmiş gibi düşmana gösterdiği bu toleransa şaşmamak mümkün
değildir. Dilini, kültürünü elinden alana yine tuhaf bir dostluk gösteriyor. O
kadar öldürülmesine rağmen, yine de elini kaldırıp diyor ki, gel, barışalım.
Öldüren adam ise 'yok' diyor; ben seninle barışmıyorum. Evrende bu kadar garip,
zulümkar, despot bir zihniyet görülmemiştir.
-Bununla yakın sürece de temas etmiş
oldunuz. Tarihimizde de bunun örnekleri olmasına karşın, yakın süreç bu
dediklerinizi özellikle karşılıyor gibi. Hakikaten ne diyebiliriz bu duruma;
tarihsel olarak hep mazlum ve mağdur konumdaki el kaldırıyor, barışalım diyor,
ama diğer taraf 'hayır' diyor, benim işim seni bitirmek!
-A. FIRAT: Burada kusuru evvela
kendimizde aramazsak bu işi halledemeyiz. Allah'a istediğin kadar inan, bütün
hücrelerinle iman etsen de, kendi tarlanı sürmezsen, tohum ekmezsen,
sulamazsan, onun meyvesini alamazsın. Durup dururken gökten bir şey yağmaz.
Bütün mağdur ve mazlumlar, Türkiye'de sadece Kürt olarak da ifade etmiyorum, ne
kadar ezilmiş insan varsa bir araya gelmeliler. Yavaş yavaş o noktaya da
gidiyorlar. Bu iyi bir dayanışma örneği olabilir. Zalimlere karşı bir araya
gelip, asgari müştereklerde; örneğin hukukun üstünlüğüne saygı, despotizme
karşı olma, insan haklarına ve bütün kurallarıyla fikir ve ifade hürriyetini
savunma noktalarında, toplumda birlik olursa, bütün sorunlar zamanla
hallolur. Ne çalışanla çalıştıranın arasında mesele kalır, ne de ezenle
ezilen arasında. Ezilenler arasında şu anda Türkiye'de "bizi ezenleri
parçalayacağız" diyen de yok. "Yeter bu kadar bizi ezdiğiniz, artık
ezmeyin" diyor, bundan daha masumane bir fikir olur mu? Aslında ezilenler,
doğal hakları olarak çıkıp ezene "ben de seni parçalarım" diyebilir
ama o da yok. Kaldı ki biz Kürtler bu noktada bütün ezilenlerden çok daha toleranslıyız;
bize yapılanları, bizi ezenlere reva görmeyiz. Ben, bu kadar zulüm görmüş bir
Kürt ailesinden gelen bir birey olarak her zaman söylüyorum ki, benim elimde
imkan olsa dahi, bana zulüm edenlerin bana yaptıklarının hiç birini yapmam. Bu
bakımdan, ben şahsen bizim Kürtler içinde hangi düşünceden, hangi mezhepten,
hangi tarikattan olursa olsun, kiminle konuşursam konuşayım, bana karşı olumsuz
olduklarını hiç görmedim. Ama asırların yerleştirdiği bir şüphe var. O şüphe de
zor kalkıyor, birdenbire kalkmıyor. Dikkat ederseniz ister Kürt olsun, ister
Türk, İster Sünni, ister Alevi, ne olursa olsun, köylerine gittiniz mi evvela
derin bir sessizlik olur. Neden? Çünkü ilk anda ne yapılacağını bilmiyor o
insanlar, hala o kuşku gitmemiştir. yani güven yok. Devleti tanrılaştırmışlar,
içine de cüceler girmiş bağırıyor, vuruyor, kafasını kesiyor, malını alıyor,
eziyor. O durumda ne yapsın bu insanlar, yaşamak için hile yoluna
başvuruyorlar. Eğer hile yoluna sapması karekteristik olarak aşağılık ise,
zalim onu zorluyor bu noktaya götürüyor. Bunu görmek, bazı tehlikeli
yorumlardan kaçmak gerekmektedir.
-Yine bir tehlike olarak addeder
misiniz bilmiyorum ama, yakın dönemlerde ve özellikle Avrupa'da daha yakın bir
şekilde süren bir tartışma var; Zaza/Kırmançların Kürt olmadıkları, dilleri ve
kültürleri itibariyle ayrı bir etnik toplama tekabül ettikleri yönünde. Bu
konuda neler söylemek isterdiniz?
-A. FIRAT: Bana, 1985'ten 95'e kadar
her hafta 'Zaza Gençliği' imzalı mektuplar gelirdi ve "Sizin aile
Zazaların şeyhidir, ama sen Kurmancileri tutuyorsun, niye Zazaları
tutmuyorsun" gibi şeyler yazarlardı. Bu tezgahı yapan da bana göre Türk
Milli İstihbaratı'dır. Öyle bir şey yok, belki Dımılilerin içinden "Biz
Dımıliyiz, ayrıyız" diyenler çıkabilir. O da yüzde bir bile yoktur. Şimdi
Dımıli dediğimiz kesim, ya da Kırmanç, Sorani, Kırd, Kelhr, Feyli, Bextiyari,
bunların hepsi Kürtçe'nin lehçeleridir. Hepsinin müşterek adı Kürt'tür. Nasıl
ki Türkçenin Kırgızistan, Türkistan, Kazakistan, Yakut var, şu var, bu var.
Lehçelerine göre isimlendirilmiş Kürtlerde de durum aynı, ve üstelik her
lehçenin de değişik şiveleri var.
-Ama onlara Kırgız ve konuştukları
dile de Kırgızca deniliyor, Türkçe denilmiyor, değil mi? Yani ırksal olarak, ya
da bir üstkimlik olarak hepsi Türk, ama aynı ırksal geçmişe sahip de olsa,
uluslaşma süreçleri sonunda hepsi de kendi adları ve dilleriyle
tanımlanıyorlar.
-A. FIRAT: Tabii bunların hepsi Türk
grubundan ayrılmadır. Kırgızca dediğimiz zaman Kırgızca ya da Kazakça,
bunların beş aşağı beş yukarı hiç olmazsa yüzde otuzbeşi birbirini rahat anlar,
ama yüzde altmışı anlamazsa da Türk dilinden ayrılma lehçeler olduğu gerçeğini
değiştirmez. Şimdi bugün Farslar da Pehlevi Farsça'sını anlamazlar. Mesela
Beluciler var, Farslar diyor ki onlar bizdendir, ama onlar da diyor ki,
"Biz Beluciyiz ve Kürtlere daha yakınız." Benim söylemek istediğim;
aynı kökenden ve aynı dilden gelmelerine rağmen zaman içinde birbirlerini
yeterince anlayamayabiliyorlar. Bunun değişik nedenleri de var. Bu nedenle de
tamamen milli istihbaratın hiç tutmayacak bu oyununa gelmemek lazımdır.
Dımılilere sorduğun zaman kendileri için "Ma Kırdim" diyorlar,
Kurmanclara ise "Sıma Kırdaşi" diyorlar. Bak Kurmanciler de
kendilerine Kurmanc diyor. Çünkü Kurdi dedin mi bu tanım hepsini kapsıyor,
Kurmanci dediğim ise sadece bir lehçeyi ifade ediyor.
-Sayın
Fırat, Kırmanç/Zaza tanımıyla aynı olduğu söylenmesine karşın, bölgemizde
yaygın kullanımı olmayan bu 'Dımıli' tanımı nereden geliyor, tarihsel-etnik
coğrafyası neresidir?
-A. FIRAT: Dımıli Kürtçenin bir lehçesidir. Kürtçenin
içinde nasıl ki Kurmanci bir lehçeyse, Sorani de, Dımıli de birer lehçedirler.
Dımıli lehçesi Med İmparatorluğu'nun sarayda özenle konuşulan bir lehçesiymiş
ve hakikaten, Arap dilinden başka, bütün diller arasında gramatik olarak en
zengin bir Kürt lehçesidir. Mesela bugün İngilizce olsun, Almanca olsun, Farsça
veya Türkçe olsun, kadın/erkek hitabı zamirin dışında yoktur. Ama Dımılice'de
söylediğiniz zaman "şın ça, şına ça", kadınsa "şına"
diyorsunuz, erkekse "şın" diyorsunuz. Mesela birisinin halini keyfini
sorduğunuzda, kadın oldu mu "sekena wesa, kefi tu senina",
erkek oldu mu "sekene wese, kef tü seneni" diyorsunuz. Bütün cümleler
feminin/müskülin olarak ayrılır. Çok ahenkli bir lehçedir. Tabii nispetleri
nüfusları itibariyle Kurmanclara, Soranilere göre az olduğu için eser ve
kitapları yazılmamıştır. Son senelerde Mele Ahmedê Xasê Diyarbekir bir mevlit
yazmıştır. Şimdilerde bazı gençler şiir yazıyor, televizyonda görüyoruz, yeni
ozanlar Dımıli şarkılar söylüyorlar. Tabii gelişecek, Dımıli Kürtçenin nefis
bir lehçesidir. Biz aile olarak hem Kurmancê, hem de Dımıli konuşuruz.
-Peki bu
"Zaza" tanımı nereden geliyor?
-A. FIRAT: Sasan'dan bozulmadır. Sasaniler Alı
Sasanlar uzunca bir müddet İrlanda, Mezopotamya'da hükümranlık sürdürmüşlerdir.
Sasanice denilen dil Dımılic'ye yüzde seksen uyuyor, onun için Sasan, Sasani,
Saza şeklinde kalmış, başka da bir şey yoktur. En sonunda Zaza olup çıkmış
işte, o kadar.
-Ama bunu
kabul etmez bizim insanımız, bir Dersimli kendine Zaza demez, ve hatta bunu
hakaret olarak bile kabul edebilir, niye?
-A. FIRAT: Başkaları onlara Zaza diyor, o ben
Dımıli'yim. Sen git şimdi Dersim'e Dımıli konuşanlar der ki "ma kırd"
derler, öyle değil mi?
-Pek
değil; 'Ma Kırmançme' deriz biz kendimize.
-A. FIRAT: Bizim taraftaki Dımıliler kendilerine Kırd,
Kurmancilere de Kırdaşi derler. Kendisini Kırd kabul ediyorlar, yani Kürt
olarak.
-Bir
sorumuz daha olacak; zihniyet dünyanız, hissiyatınız, vicdanınız çok daha
özgürlükçü bir çizgideyken, güncel politikada bütün bunların karşısındaki
Demokrat Parti geleneğinden Doğru Yol sürecine uzanan bir seçiminiz oldu. Bu
sorumuzu bir yargılama değil de durumu anlama çabası olarak kabul edin lütfen.
-A. FIRAT: Bunu da şöyle açıklayayım; bizim
aydınlarımız, siyasi ya da mezhebi ya da felsefi görüşü bugünkü mevcut sisteme
göre ifade ederler. Şimdi burada gelenek melenek yoktur aslında, yani bu sistem
tamamen askeri bir cumhuriyettir. Zart-zorta, sopaya dayalıdır. Ne geleneği
var, ne süreci. Mesela Demokrat Parti'yi kim kurmuştur; Demokrat Parti'yi
İkinci Dünya Savaşı'nı kazanan Batı demokrasisi kurdurtmuştur. İsmet Paşa'ya,
diktatöre, 'Milli Şef'e demiş ki "diktatörlük olmaz, demokrasiye
geçeceksin" ve sonunda partiyi Celal Bayar'a kurdurmuşlardır. Celal Bayar,
Atatürk'ü tanrı olarak kabul eden bir şahsiyetti. Halktan da "Halk
Partisi'ne karşı olan ezilenler tutmuştur onu ve dikkat ederseniz 50
seçimlerinde Alevilerin % 80'i Demokrat Parti'ye oy vermiştir.
Benim Demokrat Parti'den milletvekili olmam şöyle
oldu; ben Demokrat Parti'nin üyesi, yani orda çalışmış bir insan değildim.
1957'de Adnan Menderes demiş ki Şıx Sait ailesinden birisi parlamentoya gelsin,
yani bu gerginlikler yumuşasın. Bu şekilde bana teklif geldi. Ben de 23
yaşındaydım o zamanlar. Hatta benim niyetim Avrupa'ya gidip siyasi politika
derslerine devam etmekti. Böylece Adnan Menderes'le görüştük. Adnan Menderes
ile görüşünce dedi ki; "Seni olgun bir insan olarak görüyorum, gel
partimizden milletvekili ol." Ben de parlamentoya öylece girdim. Diyeceğim,
bu teklif üzerine biz de müracaat ettik, yoklamaya girdik, yoklamada kazandık,
parlamentoya geldik. İki buçuk senelik milletvekiliyken darbe oldu, Yassıada'da
bir buçuk sene hapis kaldık. İdamla yargılandım, yani Kürt sorunu yine
boynumuza bindi. Kayseri hapishanesinde kaldık birbuçuk sene. Siyasi hakkımız
da yoktu, elimizden almışlardı. Sonradan, 91'de Doğru Yol'dan milletvekili
olduk geldik. Yani ben bu partilerin hiç birine üye olmadım. Türkiye'de parti
marti yok ki! Parti başkanı kimi isterse koyar listeye. Yani söylendiği gibi
bir parti geleneği yok ki bu ülkede. Demokrasi yok, bunlar hepsi yalan.
Türkiye'de Halk Partisi de, Anavatan da, Doğru Yol da,
Ecevit'in partisi de, Erbakan'ın partisi de hepsi birdir, hepsi "Laikos
Kemalikos" dininin, Atatürk dininin değişik varyantlarıdır. Bakın, bir gün
İlhan Selçuk'la karşılaştığımda, 25 sene önceydi, o tutukluluktan sonra
karşılaştığımda dedim ki; "ya sana diyorlar ki Marksist, sen Marksist
değilsin, Kemalistsin. Sana niye öyle diyorlar?" O da bana dedi ki; "niye
İslam'da o kadar mezhep yok mu? Ben de Kemalizm'in Marksist ekolündenim".
İşte bu ülkenin durumu bu. Sonuçta bunların hemen hepsi Kemalisttir.
Türkiye'deki partilerin farklılığı birbirinden belirgin değil, fakat halkı
herkes rahat rahat aldatıyor. Birbiriyle de ittifakları var; diyorlar ki, bu
tarafı sen bana bırak, o tarafı sen al. O gidiyor o geliyor ama değişen hiçbir
şey yok. Şimdi mesele şudur; Türkiye'de Kürt sorununa, ancak demokrasiyi
benimseyen, Batı'yı iyi analiz eden insanlar çözüm üretebilirler. Mesela
Müslüman kesime bakalım; belki binde biri, yani İslam'ı tam anlayan küçücük bir
kesim Kürtlere yapılanı benimsemiyor, maalesef %99'u hiç bilmiyor, çoğu kez bir
Kemalist gibi hatta bir faşist parti gibi düşünüyor. Mesela bugün Fazilet
Partisi dini propaganda aracı olarak kullanıyor, oysa bu konuda MHP ile hiç
farkı yok. Ecevit ile de MHP'nin hiç farkı yok. MHP'nin ANAP'la farkı yok.
Şimdi bunu görmemiz lazım. İşte bunu göremiyoruz. Çok yerde olduğu gibi
Avrupa'da gezdiğim zaman da bu gibi sorularla karşılaşıyorum, hatta bir tenkid
olarak bana soruluyordu; işte sen bu kadar Demokrat Parti'de bilmem şu kadar
Doğru Yol'da milletvekili oldun, ama Kürtler için bir şey yapmadın, konuşmadın
diyorlar. Bu görüşleri ileri süren kimseler bilmeyerek ezenlerin tuzağına
düşüyorlar. Kürtlerin en büyük bahtsızlığı burada yatıyor. İyi ama bir
milletvekilinin Türkiye'de ne itibarı var ki? Türkiye'de bence en kişiliksiz,
şahsiyetsiz bırakılmış kişiler parlamenterlerdir, kurum olarak da
parlamentodur. Yani bir kukladır. Sistem çarkları böyle işliyor.
Demek istediğim ben işte bunun gibi nedenlerle 95'te
siyaseti terk ettim. Mecliste deklarasyon yayınladım. Ama beni o
deklarasyonumdan dolayı tutuklamadılar da, dediler ki PKK'nin yardakçısıdır, o
gerekçeyle tutukladılar. Oysa ben demiştim ki böylesine şahsiyetsizleştirilmiş
bir parlamentoda artık benim işim yok. Kimse alınmadı bundan. Partiler zaten
uzatmalı onbaşıyla komiserin emrinde, onların verdiği rapora göre her şey kanun
olup çıkıyor. Böyle bir Türkiye'de insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü,
fikir hürriyeti olsun, mümkün olmayan şeylerdir. Geçenlerde bir paşa akademide
de demedi mi 'en büyük hainler demokrasi isteyenlerdir' diye. Bence Türkiye'de
siyasete giren biri bu söylediğim şekilde girerse, yani fazilet mücadelesi
verirse fevkalade yanılır, mahvolur, perişan olur. Bu durumda tabii geriye ne
kalıyor; o kişi kurnazsa, iblisani akla sahipse, imkanlardan faydalanır,
hırsızlık yaparsa, yalan söylerse, zalimin yanında yardakçıysa, dünyasını mamur
eder; yatları olur, köşkleri olur, gazetesi olur, televizyonu olur, her şeyi
olur.
Tabii ki Türkiye'den bütünüyle ümitsiz değilim;
nitekim git gide ve henüz cılız da olsa vicdani sesler yükselmeye başlıyor, bu
şuur oluşuyor. Şimdiye kadar zulümkarların ellerinde bir mazeret vardı, anarşi
manarşi bilmem gerilla falan diyorlardı, o da kalktı gibi. Şimdi şaşkın
gibiler. Aslında bunlar bu şaşkınlıkla Öcalan'ı "niye silahı
bıraktın" diye asacaklar. Yani ellerindeki mazaretin de silah işinin de
devam etmesini istiyorlardı; devam et diyorlar, devam etmeyerek bizim işimizi
kesata sürdün diye çok kızıyorlar.
-Halkların
kanı, canı üzerinden rant elde etmeye ne güzel alışmışlardı oysa; ki, silahlı
mücadeleyi bırakma, barış elini uzatma tavrı karşısında ezberleri bozuldu.
Barış gibi bir imkanı hiç düşünmemiş olmalılar ki, bu durumda kafaları fena
halde karıştı, öyle mi?
-A. FIRAT: Tabii, kafaları çok karışık. Ama durumu
idrak eden bir grup var, bunu da kabul etmek lazım. Yani bu sitemi birbirine
horoz gibi çarpıştıran bir gücün olduğunu gören ve bunu anlayan az bir grup
olsa da farkında devletin içinde, fakat onların elinde imkan çok az. Şimdi
dünyada en zor olan nedir biliyor musunuz; sen bir şeyhle dobra dobra konuşur,
münakaşa yaparsın fakat onun müridi, sofusu seni konuşturmaz. Yine, bir siyasi
hareketin ideoloğuyla konuşursun fakat onun militanı seni konuşturmaz; vurun
kafasını konuşturmayın, der ve yapar. Türkiye şimdi bu noktadadır. İşte bu
tipler, ellerinden geldikçe isterler ki bu sistem kalsın, çünkü çıkarları
bundadır. Bunlar çeşit çeşittir. Mesela müslüman görünen bir medya kuruluşu
eskiden fakir fukara çocuklarını gönderirdi, kapı kapı gazete satarlardı. Şu
anda Türkiye'nin en büyük holdingi olmuş, o ister mi ki Türkiye'ye demokrasi
gelsin. Bir yandan dincidir bunlar ama diğer yandan da Kemalistlere
yalvarıyorlar, diyorlar ki "ya biz sizin kulunuz köleniziz, etmeyin,
eylemeyin". Ama Kemalistler bunlara pek inanmıyor yoksa onlar dünden razı
her türlü kölelik için. Fettullah Gülen Hoca diyor ki ben nasyonalistim, ben
militaristim, ben Atatürk hayranıyım, yemin de ediyor ama inanmıyorlar adama.
Zihniyet de emel de işte böyle...
-Bu
sistemi ayakta tutmanın yolunu hep birlikte buluyorlar böylece...
-A. FIRAT: Aslında durum tam da budur. Yani gelip
Müslümanlığa gönül vermiş fakir fukara insanların, saf insanların sırtına binip
gidiyorlar işte, mesele bu kadar.
-Sayın
Fırat, sizi çok yorduk ama son bir soru sormamıza izin verirseniz, Kürt
sorununun geldiği son noktaya dair düşüncelerinizi almak istiyoruz. Türkiye'de
demokratikleşme ve sivil bir anayasa tartışmasının yoğunlaştığı bir
dönemde toplumsal bir konsensüs arayışı, Kürt ve Türk aydınlarının da bir araya
gelme girişimleri var. Bu arayış ve çabalarla ilgili düşüncelerinizi ve
önerilerinizi alabilir miyiz?
-A. FIRAT: Ben hiçbir zaman toplumdan kopmadım;
siyaset yapmak için illa partilere üye olup parlamentoya girmek gerekmiyor.
Evet, biz daima siyasetin içindeyiz, adım adım, santim santim gelişmeleri takip
ediyoruz. Kürt sorununu biz aile olarak da 80 senedir yaşıyoruz ve bu işin
içindeyiz. Hep de işkencesini, zulmünü görmüş bir aileden geliyoruz. 65 yaşımı
aştım ki 45 senedir siyasetin içinden yoğrulup geliyorum demektir bu; tabii hep
ezilerek geldik, bu da aşikar. Kürt sorununa gelince; son 15 senedir değişik
bir varyanta girdi bu sorun. Biz, bu hareketi yöneten güçlere ve ona karşı olan
güçlere karşı vasat, orta bir yolu hep söyleyerek geldik ama hiç kimseye de
anlatamadık. Çarpışan bu iki güce karşı birisi fevkalade nobran, kürtleri yok
sayan varım diyeni öldüren, küçümseyen bir hava içinde, devletin meseleye
bakışı bu. Onlarla çatışan Kürt grubu da Kürt aydınlarının hareketini hep
korkaklık, pasiflik olarak gördü, ona itibar etmedi. İşte bu noktadan sonra biz
Kürt aydınları iki senedir "Demos" diye bir adla biraraya geldik. Ben
de bu hareketin içinde oldum, hala irtibat halindeyiz.
Ama söylemek lazımdır ki, Kürt/Türk aydın hareketinin
siyasi alandaki olumsuzluğu veyahut da kifayetsizliği iki kaynaktan
kaynaklanıyor bana göre. Birincisi ve esaslı olanı devlet; tabii devlet çok
totaliter, zalim, meseleleri hor gören, en ufak bir kelimeyi kullandığın zaman
hapisi, tehditleri dayatan, bu nedenle de aydınları tutuklayıp susturmak
isteyen güç. Yani devlet terörü sanki mecburen bir pasiflik yaratmıştır
aydınlarda. Ama yalnız bu da değil; devlete karşı savaş veren Kürt hareketi de
aydınları küçümsemiştir, itibar etmemiştir. Aydınlara direktif vermek
istemiştir. Yani onları asker olarak görmüştür, militan olarak görmek
istemiştir. Militan olan olmuştur, olmayan da bir kenarda pasif kalmak zorunda
bırakılmıştır. Şimdi bu iki sebepten dolayıdır ki Kürt siyasi hareketi de pasif
kalmıştır. Bu pasiflik yalnız aydınların kendisinden kaynaklanmıyor; iki güç de
kendisini mengeneye aldığı içindir ki mesele pek ileri bir merhale katetmedi.
Hatta bazı aydınlar tehditle siyaset dışı bırakılmıştır. Ben söylediğim,
söyleyeceğim sözü hiç esirgemedim. TC'nin de PKK'nin sert tavır koymalarına
bakmadan inandığımı hep söylemişim. Çünkü ben daha sert olduğum için!
Tabii benim sertliğim nedir, aslında onların sertliğine karşı boyun eğmemek,
yani orta yolu söylemektir, başka bir şey değil. Herhalde PKK meseleyi bir Kürt
rusıpisi ve hasbliğimize bağlamış ve o nedenle bir şey söylememiştir.
Kemalistler ise, söylensin, nasıl olsa hiçbir şey ifade etmez, diye
düşünmüşlerdir. Tabii bazen tutuklamışlardır bizi, hapse atmışlardır ve
davalarımız sürüyor. Ama biz de bunlardan hiç çekinmedik; bunun sonu olsa olsa
ölümdür. Biz zaten ölüme hoş geldin sefa geldin diyoruz, bunu her an
bekliyoruz. İstesekte istemesekte ölüm mutlaka gelecektir bundan kaçış
olamaz yeter ki arayışlar, çabalar bir sonuç versin, mazlumun, mağdurun hakkı
teslim edilsin ve bu zulüm bitsin...
-Sayın Fırat, bu
sohbetleri sürdürmek, biraraya gelemeyişlerimizin önündeki engelleri kaldırmak
dileği ve içtenliğiyle, çok teşekkür ediyoruz.
-A. FIRAT: Daha iyi günlerde buluşmak dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder