1 Mart 2009 Pazar
''Alofa'': mehmet çetin
“Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yıldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bi bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek dünya
"Yaşadım" diyebilmek için...“ Nâzım Hikmet
Amsterdam’a bahar geldi..
Bahar henüz gelmeden, Zekeriya geliyor Amsterdam’a.Türkiye’de, doğduğu kent dışında başka bir kenti dahi göremeden, henüz 18 yaşındayken, Hollanda’ya iltica etmek zoruna kalıyor. İltica süreci başka bir macera ama kış günlerinde Amsterdam’a vardığı için mi, hem soğuktan hem de yabancılık çektiği kent yaşamı nedeniyle hatırı sayılır şaşkınlıklar yaşıyor. Ama, Akdeniz sıcağından gelen Zekeriya, kış günlerinde çok üşüdüğü için baharın gelmesini sabırsızlıkla bekliyor. Sonunda sökün eden bahar günleriyle birlikte, başka bir şaşkınlığı da yaşıyor. Çünkü, kış günlerinde buz tutmuş kanalları özel ‘yol’ sanan Zekeriya, bahar ile birlikte buzlar çözülüp, yüzlerce su kanalıyla karşı karşıya kalınca..
Çok değil, bundan on yıl öncesine kadar buz tutuyordu Amsterdam’ın dantelası kanallar, o soğuk kış günlerinde. Amsterdamlılar bunun da tadını çıkarıyorlardı elbette; paten kaymalar, buz üstünde geziye çıkmalar, yarışmalar, ve daha nice aktiviteler. Ama son yıllarda buz tutmuyor bu kanallar. Küresel ısınmanın sonuçlarından biri olarak görülüyor bu durum. Artık kimse tarafından yoksanamayan küresel iklim değişimi Amsterdam’da da yaşanıyor
Meğer bu baharı göremeyecekler varmış aramızda..
‘Dünyanın yeni bir düşe ihtiyacı var’ı tartışacağımız dosyanın editörlüğünü yapacaktı Adnan Satıcı, sanal hayatbilgisi kitabımızda. Ömrü buna dahi yetmedi; henüz kırkbeş yaşındayken, ansız bir iç kanamayla..
İçten içe kanadığımız kış günlerinde, sevgili Hrant Dink ve Hüseyin Gündüzkanat’ı aramıza saklamıştık ilkin, çok daha üşüyerek. Ardısıra Adnan Satıcı. Az ileride Irak, Afganistan, Dofar, Timor, Somali.. meğer ne çok hayat varmış bu baharı göremeyecek olan. Alaska’da bu baharı değil sadece, gelecek hiçbir baharı göremeyecek aygözlü o yavru fok balıkları ve daha nice..
Pasifik'te iki küçük adanın da kapımızdaki baharı göremeyecekler arasına katıldığını öğrendiğimde, Tuvalu’yu merak ettim birden. Çünkü, eriyen buzulların mı, tsunami ya da depremin etkisiyle mi, yükselen suların kendi derinliğine aldığı o iki küçük ada hemen komşularıymış Tuvalu’nun.
Tuvalu mu?
Evet, yaklaşık iki yıldır kendimi Tuvalulu ilan etmiştim, bu siteye üye olduğumda. Yurtsuzluk canım çok yakıyordu artık, bir yurdum olduğu halde. Yüzyıllardır kendi dili, kültürü, doğası ile vardı bir yurdum ama yoktu işte, yokmuş meğer. Bu yoksanmaya tepkiyle mi, gidebileceğim kadar uzağa gidip, Pasifik’teki küçük Tuvalu’yu yurt seçmiştim kendime ve şimdi merak ediyordum işte; yükselen okyanus Tuvalu’yu ne yaptı, diye..
Güney Pasifik Bölgesel Çevre Programı Kurumu (SPREP) tarafından yapılan açıklamaya göre; küresel ısınma sebebiyle Pasifik okyanusundaki Kiribati bölgesine ait Teba Tarawa ve Abanuea adlı iki küçük ada okyanus sularının altında kalmış. Dahası, Kiribati ve komşu ada ülkesi Tuvalu’da başka adalar da sular altında kalmak üzereymiş. Hint okyanusundaki Maldiv adaları, ve daha niceleri..
Amsterdam’a gelen bahar ile neşelenip, bu baharı göremeden aramızdan ayrılanların acısıyla kederlenirken, anlıyoruz ki; sadece bu baharı değil, meğer gelecek baharı göremeyecekler de varmış aramızda.
Tuvalu’da son bahar..
Okyanusya’da, eskiden Ellice Adaları diye bilinen Tuvalu, 1 Ekim 1978’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanıyor. Temmuz 2006 verilerine göre 11.810 kişi yaşıyor Tuvalu’da. Yönetim biçimi anayasal monarşi ve parlamenter demokrasi. Yüzölçümü 26 km kare. İklimi tropikal. Sıfır mülteci. Arazi yapısı alçak ve dar mercan atolleri. Geçim kaynakları ve ihracat ürünleri balık ile Hindistan cevizi. Bir de turizm var tabii.
Doğanın şenliğine yabancılaşmamış Tuvalulular muhtemel bütün yokluk ve yoksunluklara karşın, yakın zamana kadar o ‘doğal’ şenliklerine devam ediyorlar. Nitekim, gündüzleri meclis binası olarak kullanılan açık duvarlı sazlık ‘falekaupule’, geceleri eğlence yerine dönüşüyor.
“Ne var ki”, diyor Ömer Madra; “Tuvalu için okyanus çalar saatinin alarmı artık çalmış durumda. Ada sakinleri, artık bu ‘kulübenin çatısı’ altında bir arada barınma olanağını ebediyen kaybetmek üzereler. En azından iki bin yıldır yaşadıkları bu mercan adalarını birkaç yıl içinde tamamen terk etmek durumundalar. Küresel ısınma yüzünden yükselen suların bastığı, dipten fokurdayan tuzlu suların yiyecekleri kökünden çürüttüğü bu adaları bırakıp tarihin ilk iklim göçmenleri olarak kayda geçecekler, tabii kendilerini almaya razı olacak ülke bulabilirlerse. Tuvalu, yeryüzündeki en kısa ömürlü ülkelerden biri olarak tarihe geçecek gibi görünüyor.”
Ki yine Güney Pasifik Bölgesel Çevre Programı Kurumu (SPREP) raporuna göre, insan yerleşimi olan 200 adanın üçte birinde kumsallar, dalgalara kapılıp yok olmaya devam etmekte. Yerleşim bölgesi olan adalarda da sıkıntılar başlamış. Bu yıl Kiribati, Tuvalu ve Marshall adalarının büyük sel felaketleriyle karşılaştığı bildiriliyor. Mendirekler, köprüler yıkılmış, yollar, evler, ekili alanlar haraboluyor, yükselen deniz suyu toprağı zehirlemeye devam ediyor, Marshall adaları çevresindeki mercanadaları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor, vb.
Pasifik Okyanusu'nda, Avustralya ile Hawai arasında bir yerlerde yaşayan Tuvalu sakinleri dünyanın ilk ‘eko-göçmenleri’ olacaklar bu gidişle. Okyanus sularının yükselmesi nedeniyle adanın 11 bin 800 sakini göç hazırlıklarına başlamış bile. 'Modern zaman Atlantisi' Tuvalu’nun çevresindeki adalar daha şimdiden sulara gömülme tehlikesiyle karşı karşıya.
“Alofa..”Tuvalu’da, gündüzleri meclis binası olarak kullanılan açık duvarlı sazlık ‘falekaupule’, geceleri eğlence yerine dönüşürken, o anlardan birine dair tanıklığı Ömer Madra şöyle aktarıyor:
“Dansı hayran hayran izleyen gazeteci aktivist Mark Lynas’ın yanına usulca oturuveren ve şarkıları ona fısıldayarak çevirmeye başlayan yaşlıca adam, ‘alofa şarkısıyla dans ediyorlar,’ demiş; ‘bizim Tuvalu dilinde hem aşk, hem de varoluş anlamına gelir bu kelime. Adaların güzelliğini övmek için dans ediyorlar. Anlamı şu: Hepimiz bir kulübenin çatısı altında bir araya gelir, bir arada yaşarız.’
Şarkıları çeviren yaşlı adam, adanın 1978’de İngiliz sömürgeciliğinden kurtulup bağımsızlığını ilan etmesinden sonra seçilen ilk başbakanıymış Tuvalu'nun, ve anlatmaya devam ediyor: “Kyoto Konferansı’na gittim. Bilim insanları bu emisyonları filan anlattılar. Ben de, ‘eğer bu salımlar ısıtıyorsa dünyayı, adamızı da batırıyorsa, durdursunlar o zaman’ dedim... Ama durdurmadılar. Şimdi fikrim şudur; insanlarımız gelenekleri, örf ve âdetleri ve kültürleriyle birlikte taşınsınlar. Aramızdan bazıları, ‘yok, bir şey olmaz’ diyor. Ben de onlara soruyorum: ‘Hangisini tercih edersiniz, burada kalalım da herkes ölsün, dünyada hiç Tuvalulu kalmasın, bunu mu? Yoksa, hazırlığımızı yapıp, başka bir yere gitmeyi ve hiç olmazsa hayatta kalmayı mı?”
Peki yaşlı Toaripi’nin kendisi ne yapacak? Varlığı ve sevgisi ne olacak onun? Alofa’sı? “Çocuklarım güvende olsun istiyorum”, diyor o: “Onlara şunu söylüyorum; siz gidin ki, yaşayan Tuvalulular kalsın yeryüzünde, yenileri doğsun... Bana gelince, ben bu adada kalacağım. Tuvalu’yla birlikte gideceğim denizin dibine. Fikrim budur.”
Denizden yüksekliği ancak 5 metre olan Tuvalu ve diğer adaların karşı karşıya kaldığı yakın tehdit, küresel ısınma ve dünyanın ekolojik dengesinin tahrip edilmesi neticesinde, bütün yaşamın maruz kaldığı bu tehlike, artık ilgili-ilgisiz hemen herkesin görebildiği bir son-uç. Ki, sadece Afrika'da, çölleşme nedeniyle 20 yıl içersinde 60 milyon kişinin göçe zorlanabileceğinin uyarısını yapan da bizzat Birleşmiş Milletler. Ortak kanaat odur ki, dünyanın yakın geleceğinde, insanın tahribatı sonucu ‘doğal’ yıkımlarla birlikte, büyük bir ‘eko-mültecilik’ durumunun ortaya çıkacağı yönünde. Bunun -Tuvalu örneği bile yeterli bir kanıttır ki- ‘göç’ olmayıp, zorunluluk sebebiyle bir tür ‘sürgün’ olduğu dikkate alındığında, 21. yy’ın, sürgünler yüzyılı olarak tanımlanan 20.yy’dan daha ağır bir yüzyıl olacağı öngörülebiliyor. Kuşkusuz ki, ezotorik argümanların, doğadaki bu yıkımın habercisi olduğunu iddia ettikleri ‘Marduk’un gelişi ve 2012 dolaylarına yaptıkları bir tür ‘kıyamet’ vurguları biraz da bu nedenle derinden derine ilgi çekiyor.
Arılar da müdahil oluyor..
Bu uyarılara küçük bir katkı da ‘arılardan’ geliyor.
Konuya dair yan okumalar yaparken yakın günlerde karşılaştığım (H. Devrim, 22 Nisan’07, Radikal) bir bilgi de şu; arılar gidiyor! Evet, ABD’de bu bahar 2,5 milyon kovandan dörtte biri oranında kovan birden sönüyor. Hindistan’da 48 saat içinde 5 milyon arı birden ölüyor. İspanya’da soyu kuruyan arı, Polonya’da yüzde altmış azalıyor. Daha pek çok ülke arı ölümlerini ve kayıpları durduramazken, Türkiye’de de arı nüfusu daha şimdiden yüzde otuz oranında azalıyor. Dahası, Çernobil belasından en çok etkilenenlerin başında Kuzey Avrupa’daki balarılarının olduğu, bu anlamda sorunun aslında uzun zamandır gündemde olduğu da bilinmesine karşın..
İyi ama, arıların konuyla doğrudan ilişkisi ne?
“Arıların varlığı insan için hayati önem taşır” diyor Albert Einstein; “günün birinde arılar yeryüzünden kaybolursa, bu, insan soyunun nihayet 4 yıllık ömrü kalmıştır, anlamına gelir. Zira arı olmayınca bitkiler arası döllenme durur. Bu olmayınca da geride ne bitki, ne hayvan kalır, ne de insan!”
Nokta!
Bundan 10 yıl önce Japonya'nın Kyoto kentinde bir araya gelen ülke temsilcileri durumun her yıl biraz daha kötüye gittiği saptamasını yapmış ve atmosferi kirleten gazların azaltılması amacıyla bir anlaşma imzalamışlardı. ‘Kyoto Antlaşması’ olarak tanımlanan bu anlaşmayı başta Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere çok sayıda ülke onaylamıştı. Ancak, Amerikan hükümeti büyük şirketlerin de etkisiyle, ekonomik gelişmeyi yavaşlatacağı gerekçesiyle onay vermekten kaçındı. Nihayetinde, doğanın ekolojik dengesini hiçe sayan ‘gelişme’, ‘ilerleme’ vb. hırslarla tüketilen doğal yaşamı bir nebze de olsa korumayı deneyen Kyoto Antlaşması’nın süresi 2012'de bitiyor zaten, ve 190’ı aşkın ülkenin imzaladığı bu antlaşmayı Türkiye hâlâ imzalamazken, ilgililer Türkiye’de de durumun daha da sertleştiğini söylemeye başladılar.
130 ülkeden 2 bin 500'den fazla bilim insanının katkısıyla, altı yıllık bir çalışma sonucunda hazırlanan Küresel İklim Değişikliği Raporu, Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Uzmanlar Grubu tarafından yakın günlerde onaylanmıştı. Özellikle karbondioksit salınımında ön sıralardaki ülkelerin itirazları nedeniyle birçok bilim insanı, artık hükümetlerarası toplantılara katılmayacağını söylerken; Çin, Suudi Arabistan, Rusya ve ABD, 'tıkanmaya yol açan' ülkelerin başında gösteriliyor. Raporun çarpıcı başlıklarına göre, ortalama küresel sıcaklığın 1.5-2.5 derece daha yükselmesi halinde bitki ve hayvan türlerinin yüzde 20-30'u yok olacak. Küresel ısınmanın getireceği sıcak hava dalgaları, sel, kasırga, yangın ve kuraklığın da özellikle yoksulları çaresiz bırakacağı kimsenin saklısı değil. Ayrıca raporda, küresel ısınmaya insanların yol açtığının da 'neredeyse kesinlik derecesinde' anlaşıldığı dile getiriliyor.
Munzur, Hasankeyf, Tuvalu..
1931 yılında,dönemin hükümetine sunulan raporda, “Dersim'in lağvedilmesi için bütün vadilerinin suyla doldurulması” planını kurgulayanlar, sonunda amaçlarına ulaşıyorlar. Türkiye’nin en eski (1971) ve en büyük (42.000 ha) milli parklarından olan “Munzur Vadisi Milli Parkı”, bünyesinde barındırdığı onlarca bitki ve hayvan toplulukları, florası, endemik bitki örgüsü, ilginç jeomorfolojik oluşumları ve ender peyzaj güzellikleri ile ülkemizin miras coğrafyalarının başında gelmekte. Bu alan, ilginç doğal özelliklerinin yanısıra ulusal ve uluslararası hukuki düzenlemeler ile de koruma altına alınmıştı. Munzur dağlarında bilinen 1518 bitki türü var. Bunlardan 43'ü, bütün dünyada yalnızca Munzur'da bulunan endemik türler. Bu bitkilerin doğal yaşama alanları değişecek, büyük çoğunluğu da muhtemelen ortadan kalkacak. Bölgenin tarım ve hayvancılığa dayanan yerel ekonomisi tamamen altüst olacak. 60'tan fazla köy sular altında kalacak ve toplam 84 köy zorunlu olarak göç edecek. Munzurlular geçmişlerini, efsanelerini, kültürlerini oluşturan Munzur'dan, sosyo-kültürel yaşamlarından ayrılacaklar. Barajlar ulaşımı engelleyecek. İl merkezi, ilçelerden tecrit edilecek. OHAL politikaları sonucu en çok göç veren bölge olan Dersim, daha da insansızlaştırılacak. Munzur'da herhangi bir arkeolojik inceleme yapılmamış, ancak Keban barajı havzasında paleolitik döneme ait kaya sığınakları, işlikler ve düz yerleşmelere rastlanmıştı. Munzur'daki tarih de, daha uzmanlarca tespit edilemeden sular altına gömülecek. 50-70 yıl sonra baraj gölü alanlarının birer bataklığa dönüşeceği de hatırlanırsa..
Yine, yeryüzünün hem sosyo-kültürel ve hem de doğası ile özgün yerleşim yerlerinden olan Hasankeyf de, bilindiği üzere, Ilısu Baraj Projesi kapsamında yok ediliyor. Kadim olandan bugüne, Artuklulardan Eyyübilere, Moğollardan Osmanlıya, şimdiden 12 bin yıllık bir tarihsel arkaplanı saptanan Hasankeyf’in, dünyada eşi ve benzeri olmayan kültürel mirası yakın tehdit altında. Gerek bu tarihi mirası ve bu kapsamda 200’ü aşkın höyüğü korumak, gerekse baraj yapımından dolayı zarar görecek olan yerel halkın kültürel, sosyal ve ekonomik haklarını savunmak için daha etkin bir mücadele çağrısı ortayerde duruyor.
Dahası, barajların zararlı etkileri sadece bulundukları bölgeyle de sınırlı kalmıyor; artık bilindiği üzere, barajlar da küresel ısınmaya katkıda bulunuyor. Nitekim, son 130 yıl içinde dünyanın ısısının 0,7 derece artması sonucu kuzey kutbu üçte bir oranında küçülürken, bu ısınmaya yol açan sera gazlarının %28'inin baraj göllerinden kaynaklandığı da tespit ediliyor. Yakın günlerde ''Kyoto'ya imza atmak, olsa olsa termik santrallerimizi, büyük barajlarımızı sıkıntıya sokar” diyen Çevre ve Orman Bakanı O. Pepe; “Türkiye'nin Kyoto Protokolünü imzalaması durumunda ülkenin 10 milyar doların üzerinde, ciddi bir maliyetle karşı karşıya kalacağını” belirtirken, ‘ulusal’ çıkarlar adına bütün bir evrenin, evrendeki yaşam hakkının, atmosferin nasıl gözden çıkarıldığını da itiraf etmiş oluyor.
Oysa, atmosferdeki karbondioksit oranının 385 ppm'ye, metan gazının ise 1799 ppm'ye ulaştığı tespiti üzerine, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdür Yardımcısı Mahmut Kayhan bu durumu; “atmosferdeki karbondioksit ve metan gazı oranı 400 bin yıldır bu seviyelere çıkmamıştı. Karbondioksit oranı en fazla 320 ppm olarak ölçülmüştü. Bu oranlar küresel ısınma tehlikesinin en somut göstergesidir” şeklinde değerlendiriyor. Türkiye’nin gündemindeki susuzluk, kuraklık, çölleşme, vb. yakın tehditlerle birlikte, bütün bu gelişmelere atfen uzmanların Türkiye için “afet yönetimine geçilsin” çağrısı yaptıkları da biliniyor zaten.
Afet çağrısının sadece tek tek ülkeler için değil, Munzur’dan Hasankeyf’e ve hatta Tuvalu’ya kadar, bütün bir gezegen için yapılması aciliyet arzetmektedir. Nitekim, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un, 17 Haziran Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü dolayımıyla yayımladığı mesajda, çölleşmenin 100'ün üzerindeki ülkede 1 milyar 200 milyon insanı tehdit ettiğini açıklaması bile, durumun aciliyetini göstermesi bakımından yeterli bir kanıt olsa gerekir. Dünya, küresel emperyalizmin ve suç ortaklarının bütün yıkıcı etkileriyle böylesine mağdurken, daha daha 'güç' edinmek için fosil yakıt hırsı, enerji ve muhtemel su savaşları vb. ‘ulusal’ saiklerle öncelenenler, hem dünyayı, hem de dünya üzerindeki yaşam hakkını, ekolojik dengeyi ve bütün bir kainatı fazlasıyla tehdit ediyor.
Ezcümle: Yeryüzü kardeşliği..“Biz Ay’ı keşfetmeye gitmiştik ama en büyük keşfimiz Dünya oldu“ demişti, 1968’de Apollo 8 ile uzaya çıkan astronotlardan Bill Anders; “evrende görebildiğimiz sadece renkti. Uzaydan Dünya’ya bakınca gezegenimizi petrol ve sınırlarla mahvetmenin ne kadar utanç verici olduğunu düşündüm.”
“Dünya’nın güzelliği, insanın gözlerini yaşartıyor” diye söze başlayan geçen yılın uzay turisti Anuşeh Ensari ise; “eğer insanlar bunu görebilseydi, kesinlikle sınırlar, etnik ya da dini farklılıklar olmadan, farklı bir bakış açısı geliştirirlerdi. Çünkü, oradan bakınca evinizi ya da ülkenizi düşünemiyorsunuz. Tüm gördüğünüz sadece bir tek Dünya” diyordu.
Aralık 2006’dan bu yana Uluslararası Uzay İstasyonu’nda bulunan Sunita Williams da; “o ince, küçük atmosferin bizi nasıl koruduğunu görüyorsunuz. Bu gezegeni koruyacak başka bir şey yok. O yüzden bizim onu gözetmemiz gerek” diyerek dikkat çekiyordu.
Semavi dinlerden dinleştirilmiş ideolojiler ve hatta eril bilimin kendisi de, nihayetinde, doğayı ve bütün bir kainatı insanın obur iştahına sunulmuş bir nimet algısı ve hoyratlığıyla tüketirken, 1984 yılında, uzay mekiği Challenger ile uzaya giden Amerikalı astronot Kathryn Sullivan’ın, uzaydan dünyamızı görme anından başlayarak kendisini ‘yeryüzü vatandaşı’ ilan edip, bunu ‘dünyada hayatın devamını sağlayan her şeyin çobanı olma’ olarak tanımlaması, en bireysel olandan en toplumsal olana kadar, bütün bir varoluş için anlamlı bir hatırlatma olsa gerekir. Bu hatırlama ve hatırlatmaya, yani sözkonusu ‘yeryüzü kardeşliği’ne dair Cemal Süreya’nın ‘Siz, Saatleri’nde yazdıkları da bu meramın ezcümlesi olsun:
“Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.
Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik.
Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki,
hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.
Yüz yıl sonra bugün yaşayan hiçbir anne,
hiçbir sevgili, hiçbir bebek,
hiçbir bıldırcın hiçbir balina,
hiçbir örümcek hiçbir aslan,
hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak.
Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu?
Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız.
Siz tebeşirle karatahtaya ne güzel yazan.”
(...)
Mehmet ÇETİN
Mayıs-Haziran’07
A’dam/ İ’st
http://www.mehmetcetin.info
Etiketler:
alofa,
amsterdam,
hasankeyf,
mehmet çetin,
munzur,
nazım hikmet,
tuvalu
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder