Festival ya da Panayır-Fuar mı?
Yoksa Etki Pratikleri mi?
Tartışmayı amacına taşıyabilmek
için sorunu ilk halinden konuşmaya başlayalım.
Evet, festival’in ‘festivity’den
gelen ‘bayram ve şölen’i içerdiğini, panayır-fuar’ın ‘alış-verişin yapıldığı ve
belirli dönemlerde kurulan toplu alış-veriş mekanları’ olarak bilindiğini;
şenliklerin ise belirlenmiş bir tema üzerinden ‘toplu eğlence’yi ihtiva
ettiğini biliyoruz.
Bunların kendi tarihsel
yolculukları içinde yeni ve yan anlamlar kazanmış oldukları ya da anlam
kaymaları yaşadıkları da bir ortak kabul olsa gerekir. Ancak sorunu
tanımlamaların etimolojik kökenlerine yolculuktan çok muhatabı olduğumuz
yakıcılıklar üzerinden tartışmaya açmak istediğimiz de hemen anlaşılır
olmalıdır. Bu anlamda:
Edinilen kimi verilere göre yıl içinde; en batısından en doğusuna bu coğrafyada 160 küsur festival ve 190 dolayında şenlik düzenlenmiş, yine 80 kadar da panayır-fuar kurulmuş. Anlaşılan, özellikle son 20 yıl içinde ‘memleket’ bir baştan diğer başa festivalleşmiş, bunlar bu süreçte olumlu ve/veya olumsuz anlamlarıyla birer olgu haline gelmişlerdir. Bu gerçeklik karşısında yapılması gereken ilk şey eğer gerçeği olgularda aramaksa, bu şenlik hallerinin kapsam, yönelim ve eldeki kimi sonuçları üzerinden tartışmayı ortaklaştırmamız gerekmektedir.
Yaptıklarımız kendilerini amaçlarına taşıyan
etki pratikleri midirler?
Muhatabı olduğumuz bu soru
üzerinden yapılanlara baktığımızda, söz konusu festival-şenliklerimizin arzu
düzlemi ile pratik kanıtları arasındaki açının giderek büyüdüğünü daha en
baştan söylemek zorundayız. Böylece, sözkonusu festival-şenliklerimizin
düzenleniş saikleri, formatları ‘azami yarar’ beklentili pragmatizmi
tartışmanın alt başlıklarını hazırlamaktadır.
Merkezi ya da yerel iktidarların
bir tür şölen ortamında insanları eğlendirerek kendi asli sorunlarından
uzaklaştırmak istekleri, bu olgunun bağrındaki tarihsel temel gerçekliktir. Bu
anlamda festival-şenliklerin düzenleniş formatları, kapsam ve sunumları
şimdilik tartışma dışı tutularak söylenmelidir ki, bunlar, verili iktidarların
meşrulaştırılması, egemen kültürün koyulaştırılması, talep hazırlayıcı ve
iktidarın ideolojik hegemonyasının dayatıldığı oluşumlardır. Nitekim, zaman
içinde bunların büyük çoğunluğunun sermaye kurumlarının sponsorluğuyla yapılıyor
olması da sermayenin, talep edildiği yerden sürece katılmasıdır ki, bu da
yapılagelenlerin çoğu kez yapılış niyetini aşabilmektedir. Bu durum da,
günümüzde bunların kendi ‘doğal’ seyri içinde kapitalist tüketim ideolojisinin
ve onun ideolojik-kültürel hegemonyasının hanesine yazılmasını zorunlu
kılmaktadır.
Söz konusu festival-şenliklerin
içinde gerçekleştiği kültürel iklimin taleplerini dahi dikkate almayan, verili
popüler kültürün yeniden ve yeniden pazarlanarak mevcut kültürel dokunun da
tahrip edildiği bir tür ‘fast-food’ formatlı bu organizasyonlar gelinen noktada
‘bağbozumu şenliği’ olmaktan çıkmış ya da çıkarılmışlardır. Nitekim ‘yayla
şenlikleri’nin bile kendi geleneğinden kopartılarak turizm ve benzeri
gerekçelerle araçsallaştırıldığı, kendi tarihsel masumiyetlerini çoktan
yitirdikleri somut bir olgudur. Bu, insanların eğlenmeleri ya da
eğlendirilmelerine itiraz olarak mı anlaşılmalıdır? Kuşkusuz ki değil!
‘Bağbozumu ya da yayla şenlikleri’ örneklerinde olduğu üzere üretim-yeniden
üretim sürecinin bir uğrağındaki kutlamalar, ona dair toplu eğlenişler bir
gelenek olarak önemlidirler. Ancak amacından kopartılmış, gerçekleştirildiği
kültürel iklimde katılımı ve yeniden yaratımı hedeflemeyen, aksine egemen
popüler kültür ve sunumlarla neredeyse tüm festival-şenlikleri aynılaştıran
iktidar tavrının deşifrasyonu ve onun bizdeki tahrip edici etkilerini konuşmak
da bir zorunluluktur. Çünkü giderek amaç üzüm yemekten çıkarılıp bağcıyı
dövmeye varmıştır. Yaşama, eğlenme ve şenlik kültüründeki nüanslar çoktan
silinmiş, söz konusu festival ve şenliklerin büyük çoğunluğu egemen politik
kültürün bekası için araçsallaştırılmışlardır. Kırk yıllık Antalya Altın Koza
Film Festivali’nin geçen yıl sadece sekiz filmle gerçekleştirildiği dikkate
alınırsa, olgudaki üretim ya da sanatsal yaratımın değersizleştirilmesi daha
açığa çıkmış olacaktır. Ayrıca, sözkonusu festival-şenlikler günümüzde egemen
politik-kültürel hegemonyanın araçları olduğu kadar yerel iktidarların da
vitrin düzenleyici efektlerine dönüşmüşlerdir. Örneğin, kent ya da beldenin
altyapı sorunları daha koyulaşırken, yerel yönetim emekçilerinin birikmiş
ücretlerini aylarca alamadıkları ya da almak için grev çadırları kurdukları
yerlerde ‘sarımsak’ ‘badem’ ‘kavun, karpuz’ ‘kiraz’ ya da bilmediğimiz daha ne çok sebze-meyve adıyla festivaller
düzenleniyor, güzeller seçiliyor, insanlar yarıştırılıyor, popüler sanatçılar
ağırlanıyor ve böylece yerel iktidarın bekası için ön vitrin düzenleniyorken,
arka bahçedeki grevcilerin yalnızlıkları ya da akmayan sular, patlayan
kanalizasyonlar, tahrip edilen çevre ve doğanın acıklı hali orta yerde açık bir
yara gibi durabiliyor, vb.
Bizim mahlede neler oluyor?
Sebze-meyve festivallerinden
dolaştırdığımız sözü alıp mahlemize, bizim ‘kültür’ festivallerimize getirmenin
sırasıdır. Dikili Festivali ya da Can Şenliği gibi Batı’daki kimi özel festival
ve şenlikleri bir başka tartışmaya bırakarak bölgedeki etkinliklere dair
tartışmayı olgunlaştıralım.
Bir anımsamadır; 1999 yılında
ilki yasaklanan Munzur Kültür ve Doğa Festivali hazırlıkları için Dersim’deyiz.
Dönemin valisi mealen şunları söylüyor; ‘bakınız, ben size yardımcı olmaya
çalışıyorum ama durumun hassasiyetini de görünüz. Mesela ben şehre vali olarak
geldiğimde Ovacık’a giriş ve çıkış saat 15.00’te sona eriyordu. Ben bunu saat
17.00’ye çıkardım…’ Durup tekrar tekrar düşünüyorsunuz o an; 63 köyünden 40’ye
yakını yakılmış yıkılmış, boşaltılmış ilçede kalanların da giriş-çıkış saatleri 15.00’te bitiyor da..
Bu anlamda insanı, dili, kültürü,
doğası uzun yıllar kırıma ve kıyıma maruz kalmış bölgede son beş-altı yıldır
gerçekleştirilen festival-şenlikler kuşkusuz ki çok özel anlam ve arzular
üzerine kurgulanmışlardı. Yani doğanın insanıyla, insanın doğasıyla
buluşturulması gibi bir amaçla dahi olsa bölgede düzenlenen festivaller yukarda
sözü edilen şenliklerin dışında bir niteliğe sahiptiler ve bölgedeki kültürel
gelişim açısından çok önemli olanaklar sunan açılımlardı. Bölgede yaşam, dil ve
kültürel hakların savunulup geliştirilmesi, çoğu sürgüne çıkarılmış
insanlarının her anlamda doğalarıyla buluşturulması, yine bölgeye dair
dezenformasyonun kırılıp dışardaki duyarlıkların bölgeye kazandırılması vb.
türden çabalar son derece önemliydi. Yıkıcı savaş ve OHAL süreçlerinden geçen
bölge insanının doğasıyla, diliyle, kültürel değerleriyle yine o topraklar
üzerinde buluşturulması bölgedeki festival-şenliklerin belki de ilk ortak
kaygısıydı. Bu ve benzeri anlamlarda hem
o etki pratiklerine hem de bunlara emek veren hemen herkese hakları tereddütsüz
teslim edilmelidir.
Ne ki, varılan uğrakta –en
azından son iki yıldır- arzu ile pratik sonuçlar arasındaki açının büyüdüğü de
bir başka gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Değişen koşulların talep
ettiği yeni içerik, format ve sunumları yeterince hızlı görmeyen ve buna dair
karşılıklar oluşturamayan zihniyet, bu etki pratiklerini kuruluş
konseptlerinden uzaklaştırmaya ve yukarıda sözü edilen festival-şenliklere
benzetmeye başlamıştır. Henüz palamut güzelimiz, karpuz birincimiz yok ya da
verili tüketim çılgınlığının ağına tam olarak düşme gibi bir sorun yok sanılsa
da, tehdit büyüktür. Bu anlamda, verili olana eleştirel bir mesafe konulmaz,
etkinlikler bölgenin ve sürecin talep ettiği –popüler sunum vb. kimi
yanılgıları barındırsa da iyi bir açılım örneği olarak Diyarbakır Edebiyat
Şenliği gibi- yeni etki pratiklerine evrilmezse, bu tehdit maddi ve entelektüel
olanaklarımızın heder edilmesinden başlayarak canımızı fazlasıyla yakabilir.
Denilmek isteniyor ki;
başlangıçta sürecin talep ettiğine büyük ölçekte karşılık düşen ve bu anlamda
festival ya da şenlikten öteye anlamlar taşıyan, sonuçlar biriktiren etki
pratiklerimiz giderek tüketilme, rant ve vitrin düzenleme amaçlı tehditlerle
karşı karşıyadır. Nitekim belediyelerimizin neredeyse birbirleriyle yarışarak
ve büyük paralar ödenerek ağırladıkları popüler sanatçılar, bunlara ve
benzerlerine sunulan olanaklar bile şimdiden fikir verici olmaktadır.
‘Ne’ yaptığımız ‘nasıl’
yaptığımızla birlikte düşünülürse..
Muhtemel diğer eleştirileri
önermelere içerili kılarak söylemiş olalım:
Bölgede yapılagelen
festival-şenlikler sürecin talep ettiği yeni formatlarla reorganize
edilmelidirler. Entelektüel ve maddi olanakların açığa çıkarılarak kalıcı bir
kurumsallaşma için değerlendirilmeli ve bu anlamda da bölgede ‘Sanat
Akademileri’ projesi muhatap bütün kişi ve çevreler arasında tartışmaya hızla
açılmalıdır.
Sanat akademileriyle kastedilen ne olabilir?
Tartışmaya sunulan Sanat
Akademileri fikri, sadece bölgedeki sanatsal yaratı ve pratiklerin kendilerini
ifade edecekleri bir platform olmaktan öteye, hem yeni yaratıcıların
yaratılmasına olanak sunmak ve hem de sanatın toplumsal hayata kazandırılması
gibi bir perspektifi gerekli koşul olarak öngörmektedir. Belediyelerin öncülüğünde ve diğer ilgili kurum/kişilerin
katılımıyla kurulabilecek bu akademiler ile hem demokratik kültürlenmenin
olanakları çoğaltılabilir ve hem de bu değerlerle toplumsal yeniden yapılanmaya
estetik bir motivasyon sunulabilir, vd.
Sinemadan tiyatroya, müzikten
edebiyata, resimden heykele, olanakların elverdiği görsel, işitsel ve yazınsal
faaliyetlerin, kalıcı atölyeler ya da akademik eğitim bağlamında kurgulanması
gerekmektedir. Bu anlamda öncelikli olan bölgedeki sanatsal-kültürel birikimin
açığa çıkarılması ve yayın, sergi, etkinlik gibi ifade araçları üzerinden
ilgili kamuya sunulması yoluyla sanatın ‘yerinde’ toplumsallaştırılmasıdır.
Böylece dil, folklor, arşivleme ve geliştirme faaliyetlerini de içerecek olan
böylesi bir yapılanma kalıcı sonuçlar oluşturabilecek, ulusal ve toplumsal
yeniden yapılanmanın entelektüel birikimini hazırlayacaktır. Önerilenin kültür
merkezi faaliyeti olmadığının hemen altı çizilmelidir. Önerilen, sanatın
yapılmasına dair bilgiye ulaşma olanakları, deneyim aktarımı ve atölye
pratikleri için muhatap kurumların yaratılmasıdır. Böylece hem sanat adına hakkaniyet
gerçekleşmiş ve hem de entelektüel birikimler yoluyla yeni kültürlenin
olanakları çoğaltılmış olur, vb. Yani günlük politikaların ve ihtiyaçların
değil; sanatın, sanat adına talep ettiği bilgiden, sonuçların sunumuna ve
yeniden yaratımına kalıcı olanak sunulması gerekçeli sanat akademileri, sürecin
de talep ettiği bir olgu olsa gerekir.
Aslonanın sanatsal yaratım ve
bunun demokratik bir ruhla toplumsallaştırılması ise, sanat akademileri
projesinin festival ve şenliklere dair de önermeleri olacaktır. Örneğin kapsam,
katılım ve sonuç takibinin akademinin ilgili bölümünün ya da atölyesinin
üstlendiği yıla yayılan etkinlik ve etki pratikleri, dışa dönük kültürel
eylemliliğin temel biçimleri olabilirler. Bundan kastedilen nedir; etkinlikler,
öncelikle kendi kültürel iklimini zenginleştirirken, bir etki pratiği olması
babında diğer değişim ve gelişmelere de katkıda bulunur. Bunu için de örneğin,
akademi sinema atölyesinin üstlendiği ve bölgedeki diğer katılımlarla
örgütlediği sinema şenliği ya da tiyatro atölyesinin örgütlediği tiyatro
şenliği ya da edebiyat şenliği gibi etkinlikler, ulusal-toplumsal yeniden
kuruluşa önemli olanaklar sunabilirler.
Açıkçası sorunun muhataplarının
doğrudan sorumluluk alarak örgütlediği, kent ve bölge dinamiklerini öncelediği
ancak diğer dil ve kültürlerden sağladığı katkılarla deneyim alışverişini
gerçekleştirdiği bu tür etki pratikleri, hem kurumsallaşmaya ve hem de
karşılıklı etkilenmenin sağlandığı daha ‘sahici’ buluşmalara anlam
kazandırırlar.
Tartışma sürecinde olgunlaştırılacak
Sanat Akademileri önermesinin ‘gelenekselleşen’ festivallere dair önereceği son
bir şey ise, sanat akademilerinin muhatapları üzerinden biriktirdiği ve yıla
yayarak örgütlediği etkinliklerden örneklerin bir araya geldiği, bunların ilgili
kamuya uygun ifade araçlarıyla sunulduğu, bu konsepte uygun olarak ulusal ya da
uluslararası muhatapların katılımının sağlandığı, hem farklı dil ve kültürlerin
ve hem de farklı sanatsal disiplinlerin birlikte yeni açılımlar sağladıkları
büyük buluşmaları hazırlayabilirler.
Mehmet
Çetin
Özgür Gündem / 8 Ocak’05
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder