Ewrim Alataş’ın Hatırasına…
Hatırlanabilir; dağların, vadilerin, koyakların bombalandığı, ormanların yakıldığı, doğal yaşamın parçalandığı, askeri-politik amaçlarla ırmakların boğulduğu, maden gerekçesiyle toprakların ağulandığı, binlerce mezra-köyün yakılarak-yıkılarak bölgenin insansızlaştırıldığı yılların içinden geliyorduk…
İnsanın doğasıyla, doğanın insanıyla buluşturulmasını dert edinen arayışların festival-şenlik formatına gerçekleştiği yıllardı. Hem de “Olağanüstü Hal” koşullarında ve kuşatıcı zulümlere karşı gerçekleşen bu tür buluşmalar, özgürleşme mücadelesine yeni imkânlar sunuyordu.
O yıllarda devletin gecikmeden yasakladığı, kurucularına cezalar verdiği “İstanbul Dersim Derneği”nin yayına hazırladığı “Dersim” dergisinin bir sayısının kapağında şunlar yazıyordu: “Munzur sadece bir dağ, sadece bir vadi, sadece bir nehir değildir.” Bu, doğasıyla ve doğal yaşamıyla bir “iqrâr” ilişkisi yaşayan Dersimliler için hayati önemdeydi. Ki 1. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’nin çağrısında yer alan, E. Cansever’in ”İnsan yaşadığı yere benzer” dizesi de bu amacı taşıyordu. Çünkü, M. Bookchin’in dikkat çektiği gibi, doğal ve toplumsal evrim arasındaki diyalektik ilişki yeninden kuruluşun, daha eşitlikçi ve özgür bir toplumun hasretinin en önemli imkanı idi. Yani günümüzdeki ekolojik-demokratik toplum arayışının tarihsel referanslardan biri olarak Dersim’e böyle bir atıf yapmak hepimizin boyun borcuydu.
O yıllarda, Munzur festivali’nden Amed Edebiyat Günleri’ne kadar benzeri pek çok etkinlikte birlikte yer aldığımız sevgili Ewrim Alataş, Özgür Gündem gazetesi için bir yazı istemişti. Çünkü söz konusu festival-şenlikler giderek farklı mecralara evriliyor ve “tüketici” nitelik kazanmaya başlıyordu. Yani başlangıç niyetinden öteye savrulan bu eğilimlere karşı toplumsal duyarlılığı hatırlatan bir tavrın dile gelmesi gerekiyordu.
Günümüzde bölgede azalarak da olsa devam eden kimi festival-şenliklere, bu arada 15. yılına giren “Munzur Doğa ve Kültür Festivali” formatına dair de itirazların arttığı bu dönemde, belki yeniden tartışmaya katkısı olabilir diye, “Festival mi, Panayır mı?”* başlıklı o yazıda yer alan “toplumsal sanat akademileri” önermesini hatırlamak gerekiyor.
“(...)
Bir anımsamadır; 1999 yılında ilki yasaklanan Munzur Kültür ve Doğa Festivali hazırlıkları için Dersim’deyiz. Dönemin valisi mealen şunları söylüyor; “Bakınız, ben size yardımcı olmaya çalışıyorum ama durumun hassasiyetini de görünüz. Mesela ben şehre vali olarak geldiğimde Ovacık’a giriş ve çıkış saat 15.00’te sona eriyordu. Ben bunu saat 17.00’ye çıkardım…”
O an durup tekrar tekrar düşünüyorsunuz; 63 köyünden 40’a yakını yakılmış yıkılmış, boşaltılmış ilçede kalanların da giriş-çıkış saatleri 15.00’te bitiyormuş da…
Bu anlamda insanı, dili, kültürü, doğası uzun yıllar kırıma ve kıyıma maruz kalmış bölgede son beş-altı yıldır gerçekleştirilen festival-şenlikler kuşkusuz ki çok özel anlam ve arzular üzerine kurgulanmışlardı. Yani doğanın insanıyla, insanın doğasıyla buluşturulması gibi bir amaçla dahi olsa bölgede düzenlenen festivaller yukarda sözü edilen şenliklerin dışında bir niteliğe sahiptiler ve bölgedeki kültürel gelişim açısından çok önemli olanaklar sunan açılımlardı. Bölgede yaşam, dil ve kültürel hakların savunulup geliştirilmesi, çoğu sürgüne çıkarılmış insanlarının her anlamda doğalarıyla buluşturulması, yine bölgeye dair dezenformasyonun kırılıp dışarıdaki duyarlıkların bölgeye kazandırılması vb. türden çabalar son derece önemliydi. Yıkıcı savaş ve OHAL süreçlerinden geçen bölge insanının doğasıyla, diliyle, kültürel değerleriyle yine o topraklar üzerinde buluşturulması bölgedeki festival-şenliklerin belki de ilk ortak kaygısıydı. Bu ve benzeri anlamlarda hem o etki pratiklerine hem de bunlara emek veren hemen herkese hakları tereddütsüz teslim edilmelidir.
Ne ki varılan uğrakta -en azından son iki yıldır- arzu ile pratik sonuçlar arasındaki açının büyüdüğü de bir başka gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Değişen koşulların talep ettiği yeni içerik, format ve sunumları yeterince hızlı görmeyen ve buna dair karşılıklar oluşturamayan zihniyet, bu etki pratiklerini kuruluş konseptlerinden uzaklaştırmaya ve yukarıda sözü edilen festival-şenliklere benzetmeye başlamıştır. Henüz palamut güzelimiz, karpuz birincimiz yok ya da verili tüketim çılgınlığının ağına tam olarak düşme gibi bir sorun yok sanılsa da, tehdit büyüktür. Bu anlamda, verili olana eleştirel bir mesafe konulmaz, etkinlikler bölgenin ve sürecin talep ettiği –popüler sunum vb. kimi yanılgıları barındırsa da iyi bir açılım örneği olarak Diyarbakır Edebiyat Şenliği gibi- yeni etki pratiklerine evrilmezse, bu tehdit maddi ve entelektüel olanaklarımızın heder edilmesinden başlayarak, canımızı fazlasıyla yakabilir.
Denilmek isteniyor ki; başlangıçta sürecin talep ettiğine büyük ölçekte karşılık düşen ve bu anlamda festival ya da şenlikten öteye anlamlar taşıyan, sonuçlar biriktiren etki pratiklerimiz giderek tüketilme, rant ve vitrin düzenleme amaçlı tehditlerle karşı karşıyadır. Nitekim belediyelerimizin neredeyse birbirleriyle yarışarak ve büyük paralar ödenerek ağırladıkları popüler sanatçılar, bunlara ve benzerlerine sunulan olanaklar bile şimdiden fikir verici olmaktadır.
Ne yaptığımız nasıl yaptığımızla birlikte düşünülürse:
Muhtemel diğer eleştirileri önermelere içerili kılarak söylemiş olalım: Bölgede yapılagelen festival-şenlikler sürecin talep ettiği yeni formatlarla reorganize edilmelidirler. Entelektüel ve maddi olanakların açığa çıkarılarak kalıcı bir kurumsallaşma için değerlendirilmeli ve bu anlamda da bölgede ‘Sanat Akademileri’ projesi muhatap bütün kişi ve çevreler arasında tartışmaya hızla açılmalıdır.
Sanat akademileriyle kastedilen ne olabilir?
Bölgedeki sanatsal yaratı ve pratiklerin kendilerini ifade edecekleri bir platform olmaktan öteye, hem yeni yaratıcıların yaratılmasına olanak sunmak ve hem de sanatın toplumsal hayata kazandırılması gibi bir perspektif ile kurulması gereken sanat akademileri, belediyelerin öncülüğünde ve diğer ilgili kurum/kişilerin katılımıyla, demokratik bir kültürlenmenin değerleriyle toplumsal yeniden yapılanmaya motivasyon sunulmalıdır.
Sinemadan tiyatroya, müzikten edebiyata, resimden heykele olanakların elverdiği görsel, işitsel ve yazınsal faaliyetlerin, kalıcı atölyeler ya da akademik eğitim bağlamında kurgulanması gerekmektedir. Bu anlamda öncelikli olan bölgedeki sanatsal-kültürel enerjinin açığa çıkarılması ve yayın, sergi, etkinlik gibi ifade araçları üzerinden ilgili kamuya sunulması yoluyla sanatın orada toplumsallaştırılmasıdır. Böylece dil, folklor, arşivleme ve geliştirme faaliyetlerini de içerecek olan böylesi bir yapılanma kalıcı sonuçlar oluşturabilecek, ulusal ve toplumsal yeniden yapılanmanın entelektüel birikimini hazırlayacaktır.,
Önerilenin “kültür merkezi” faaliyeti olmadığının hemen altı çizilmelidir. Önerilen, sanatın yapılmasına dair bilgiye ulaşma olanakları, deneyim aktarımı ve atölye pratikleri için muhatap kurumların yaratılmasıdır. Böylece hem sanat adına hakkaniyet gerçekleşmiş ve hem de entelektüel birikimler yoluyla yeni olanakları çoğaltılmış olur, vb. Yani günlük politikaların ve ihtiyaçların değil; sanatın, sanat adına talep ettiği bilgiden, sonuçların sunumuna ve yeniden yaratımına kalıcı olanak sunulması gerekçeli sanat akademileri sürecin de talep ettiği bir olgu olsa gerekir.
Sanatsal yaratım ve bunun demokratik bir ruhla toplumsallaştırılması ise, sanat akademileri projesinin festival ve şenliklere dair de önermeleri olacaktır. Örneğin kapsam, katılım ve sonuç takibinin akademinin ilgili bölümünün ya da atölyesinin üstlendiği yıla yayılan etkinlik ve etki pratikleri, dışa dönük kültürel eylemliliğin temel biçimleri olabilirler.
Bundan kastedilen nedir; etkinlikler, öncelikle kendi kültürel iklimini zenginleştirirken, bir etki pratiği olması babında diğer değişim ve gelişmelere katkıda bulunur. Bunun için de örneğin, akademi sinema atölyesinin üstlendiği ve bölgedeki diğer katılımlarla örgütlediği sinema şenliği ya da tiyatro atölyesinin örgütlediği tiyatro şenliği ya da edebiyat şenliği gibi etkinlikler ulusal-toplumsal yeniden kuruluşa önemli olanaklar sunabilirler. Açıkçası sorunun muhataplarının doğrudan sorumluluk alarak örgütlediği, kent ve bölge dinamiklerini öncelediği ancak diğer dil ve kültürlerden sağladığı katkılarla deneyim alışverişini gerçekleştirdiği bu tür etki pratikleri, hem kurumsallaşmaya ve hem de karşılıklı etkilenmenin sağlandığı daha ‘sahici’ buluşmalara anlam kazandırırlar.
Tartışma içerisinde olgunlaştırılacak toplumsal “Sanat Akademileri” önermesinin ‘gelenekselleşen’ festivallere dair önereceği son bir şey ise, sanat akademilerinin muhatapları üzerinden biriktirdiği ve yıla yayarak örgütlediği etkinliklerden örneklerin bir araya geldiği, bunların ilgili kamuya uygun ifade araçlarıyla sunulduğu, bu konsepte uygun olarak ulusal ya da uluslararası muhatapların katılımının sağlandığı, hem farklı dil ve kültürlerin ve hem de farklı sanatsal disiplinlerin birlikte yeni açılımlar sağladıkları büyük buluşmaları hazırlayabilirler.”
*Özgür Gündem, 8 Ocak 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder