19 Ekim 2013 Cumartesi

Cezaevinden firar eden şiir: Yurdagül Erkoca

Enver Gökçe Şiir Ödülü, 7 yıldır hapiste yatan Mehmet Çetin'in / Yurdagül Erkoca

1  Eylül 1981'den bu yana Kayseri'den Konya'ya, Malatya'dan İstanbul'a, Bursa'ya uzanan bir hapislik serüveni yaşıyor Mehmet Çetin. Ama bu cezaevi serüvenine bir de şiir serüveni eşlik ediyor. ''Birağızdan'' adlı dosyasıyla Enver Gökçe Şiir Ödülü'nü alan Çetin, 9 ay sonra dışarıda olacak.

     Enver Gökçe Şiir Ödülü hapisteki bir şaire verildi bu yıl. 1 Eylül 1981 terihinden bu yana ülkenin çeşitli cezaevlerini dolaşıp duran bir şaire: Mehmet Çetin'e. Çetin ödülü ''Birağızdan'' adlı dosyasıyla aldı.
     Önce Kayseri Zincidere, ardından Konya Dutlukır, sonra Malatya Yeşilyurt, derken İstanbul'da Metris ve Sağmalcılar cezaevleri ve nihayet Bursa. Bursa Özel Tip Cezaevi, Tam tamına yedi yılını tüketmiş cezaevlerinde Mehmet Çetin daha dokuz ay yatacağından gayrı.
     Çetin'in ilk kitabı ''Rüzgâr/Ve Gül İklimi'' 1988 martında Belge Yayınları'ndan çıkmıştı. Şiirlerinde alışıldık cezaevi imgelerine pek rastlanmayan, didaktik değil, lirik bir anlatımı yeğleyen Mehmet Çetin'i o günlerde, yani cezaevlerinde henüz ''1 Ağustos Genelgesi''nin terörü esmezken ziyaret etmiştik. Bir açıkgörüş günü Bursa Cezaevi'nin avlusunda şiiri üzerine söyleşmiştik.
     ''İçerde yazmaya başlamak benim için ne zor oldu ne de şaşırtıcı'' diye başlamıştı söze Mehmet Çetin. Yazmaya içerde başlamamıştı. 1970'li yılların başlarında amatörce tiyatro yapmış, oyun yazma denemelerinde bulunmuştu. İlk şiirlerini de o yıllarda yazmıştı. Bu ilk denemeler, politik tavrının ilk yazınsal ifadelenişiydi. Cezaevindeki ilk şiirlerini ise dört aylık kesintisiz ''sorgu'' sürecinden çıkıp soluklanır gibi olduğu zamanlar yazmıştı. Cezaevindeki ilk üç yılının yedi ayını fiilen ''sorgu''lamada geçiren Mehmet Çetin o dönem yazdıklarına ilişkin şunları söylüyordu:
    
     ''Bu dönemde yazdıklarım yoğun emek ürünü olmayan, yaşanmışlığın izleklerine yaslanma kolaycılığını seçen, estetik kaygısından yoksun, daha çok duyguların hükümran olduğu salt yaşamı ve değerlerimi savunma işlevli çalışmalarımdı. İşte o ölüm kalım günlerini yaşarken anlatılmaz bir telaşla ve her fırsatta yazdım. Hem de bunun bir alışkanlığa yol açacağını ve olumsuz etkilerini düşünmeye fırsat bırakmadan...''
     Mehmet Çetin daha sonraki çalışmalarında nasıl bir yol izlemişti?

     ''Niçin yazdığımın ve ne yazdığımın kimi eksikliklerine rağmen ayrımındaydım. Kuramsal donanımı sağlamaya, estetik kaygıyı ısrarla taşımaya, dil-söylem arayışını sürdürmeye daha bir özen gösterdim. Ve bu çaba o günden bugüne içerik adına popülizme, biçim adına elitizme ve formalizme ödün vermeden sürüp gidiyor. Henüz ve hep öğreniyorum. Çalışmalarımın, donanım ve kavrayışımın bu anlamda da yazabileceklerimin gerisinde olduğunun bilincinde öğrenmeyi sürdürüyor, öğrendiklerimi tartışmaya çalışıyorum...''
     Cezaevlerinden yükselen, ''firar eden'' bir edebiyat vardı son yıllarda ve şurası bir gerçekti ki bu edebiyata, edebiyat dışı etmenlerin yoluyla yakınlık hisseden, kabullenip abartanların yanı sıra yine aynı nedenle yok sayanların sayısı hiç de az değildi. Çetin kendi şiirinin böyle bir haksızlığa uğramasına kesinlikle karşıydı. Bu ''firari edebiyata'' ve böylesi bir yaklaşıma ilişkin tavrı neydi?

     ''Elbette başkaldıran, kuşatılmış, ama buna karşı duran bir edbiyat bu. Şizofrenik parçalanma, nevrotik inleme ve pişmanlık hummasının egemen kılınmak istendiği verili koşullarda, bu kuşatmaya boyun eğmeyenler, yer altından geçip dışardaki yaşama katılıyorlar. 'Okul' diye değerlendirilmesi gereken bu uzamda 'değirmentaşı'nın insafına kalmak istemeyenler, konumlanışlarının gereği bir faaliyette bulunmak durumundalar. Ben artık şiirle, öyküyle, romanla, resim ve karikatürle dur duraksız firar edip duracağız diyorum... Çığırını bulmaya başlayan bu çağı herkes önemle beklesin. İşte, yakın dönemde Emirhan Oğuz bunu ne güzel kanıtlıyor. Kuşatmaları yarıp gelecek nice arkadaştan umutlu olmamak için hiçbir neden yok...''

     Ama bir başka boyutu daha var bütün bunların. Belki bunu ''firari edebiyat'' adına bir ''özeleştiri'' olarak da kabul edebiliriz ya da sevgiyle yapılmış bir uyarı. Çetin sürdürüyor konuşmasını:

     ''Bugün yazılanlar, yazılacak olanların küçük bir kısmıdır. Bana kalırsa yetkin örnekler olmaktan uzaktır. Açık söylemek gerekirse henüz yazabileceklerimizin gerisindeyiz. Arkadaşlarımızın birçoğu salt yaşanılana, özgül izleklere yaslanmakla yetiniyor ve sanatsal ifadeleniş fazlaca önemsenmiyor gibi. Bunu aşmamız gerekiyor. Yerimiz ve kimliğimiz gerektiğince davranmak, kolaya kaçmadan ve estetik kaygıyı gözardı etmeden ısrarla çalışmak, emek yoğunluğunun sürekliliğini sağlamak durumundayız. Öğrenmek bize yakışmalı, aksayan yanlarımızla sürekli hesaplaşmak daha bir yakışmalı ve bunu elden bırakmamalıyız...''

     Söyleşimiz Çetin'in kitabına geliyor. Neden ''rüzgâr/Ve Gül İklimi'' diye soruyoruz?
     ''Rüzgâr/Ve Gül İklimi'' diye başlıyor ve sürdürüyor: ''Çünkü hepimizindi o sürmanşet ölüm günleri ve hiç de serin bir rüzgâr değil, ülkeye bir uctan bir uca kül ve kan dağıtan, yangınlar büyüten, yakan bir rüzgârdı. Bu terördü, işkenceydi, her türlü insanlıkdışı kuşatılmışlıktı. Ve elbette akmadıkça hükümsüz kalırdı ırmak/tarihsiz kalırdı ömür... Ve demek ki aslolan ölüm ve kül savuran rüzgâr değil bu koşullarda ele geçmez meterislere yaraşan gül'dü ve iklimiydi. Demek ki gün gelecek rüzgâr değişecek ülke gül iklimine kavuşacaktı. Direnen gül inceliği ve iklimi böyle bir çağrıyı ifade etmek içindi belki. Ve sadece kitaba adını veren şiir özelinden yola çıkarak diyebileceklerim bu kadar. Ama açıktır ki bu konuda sözü pek uzun tutamam. İyisi mi dili döndükçe şiirin kendisi bunu anlatmaya çalışsın.''


                                                                                                                                     

Hiç yorum yok: