Enver Gökçe Şiir Ödülü, 7 yıldır
hapiste yatan Mehmet Çetin'in / Yurdagül Erkoca
1 Eylül 1981'den bu yana Kayseri'den Konya'ya,
Malatya'dan İstanbul'a, Bursa'ya uzanan bir hapislik serüveni yaşıyor Mehmet
Çetin. Ama bu cezaevi serüvenine bir de şiir serüveni eşlik ediyor.
''Birağızdan'' adlı dosyasıyla Enver Gökçe Şiir Ödülü'nü alan Çetin, 9 ay sonra
dışarıda olacak.
Enver Gökçe
Şiir Ödülü hapisteki bir şaire verildi bu yıl. 1 Eylül 1981 terihinden bu yana
ülkenin çeşitli cezaevlerini dolaşıp duran bir şaire: Mehmet Çetin'e. Çetin
ödülü ''Birağızdan'' adlı dosyasıyla aldı.
Önce Kayseri
Zincidere, ardından Konya Dutlukır, sonra Malatya Yeşilyurt, derken İstanbul'da
Metris ve Sağmalcılar cezaevleri ve nihayet Bursa. Bursa Özel Tip Cezaevi, Tam
tamına yedi yılını tüketmiş cezaevlerinde Mehmet Çetin daha dokuz ay
yatacağından gayrı.
Çetin'in ilk
kitabı ''Rüzgâr/Ve Gül İklimi'' 1988
martında Belge Yayınları'ndan çıkmıştı. Şiirlerinde alışıldık cezaevi
imgelerine pek rastlanmayan, didaktik değil, lirik bir anlatımı yeğleyen Mehmet
Çetin'i o günlerde, yani cezaevlerinde henüz ''1 Ağustos Genelgesi''nin terörü
esmezken ziyaret etmiştik. Bir açıkgörüş günü Bursa Cezaevi'nin avlusunda şiiri
üzerine söyleşmiştik.
''İçerde yazmaya başlamak benim için ne zor
oldu ne de şaşırtıcı'' diye başlamıştı söze Mehmet Çetin. Yazmaya içerde
başlamamıştı. 1970'li yılların başlarında amatörce tiyatro yapmış, oyun yazma
denemelerinde bulunmuştu. İlk şiirlerini de o yıllarda yazmıştı. Bu ilk
denemeler, politik tavrının ilk yazınsal ifadelenişiydi. Cezaevindeki ilk
şiirlerini ise dört aylık kesintisiz ''sorgu''
sürecinden çıkıp soluklanır gibi olduğu zamanlar yazmıştı. Cezaevindeki ilk
üç yılının yedi ayını fiilen ''sorgu''lamada
geçiren Mehmet Çetin o dönem yazdıklarına ilişkin şunları söylüyordu:
''Bu dönemde yazdıklarım yoğun emek ürünü
olmayan, yaşanmışlığın izleklerine yaslanma kolaycılığını seçen, estetik
kaygısından yoksun, daha çok duyguların hükümran olduğu salt yaşamı ve
değerlerimi savunma işlevli çalışmalarımdı. İşte o ölüm kalım günlerini
yaşarken anlatılmaz bir telaşla ve her fırsatta yazdım. Hem de bunun bir
alışkanlığa yol açacağını ve olumsuz etkilerini düşünmeye fırsat
bırakmadan...''
Mehmet Çetin
daha sonraki çalışmalarında nasıl bir yol izlemişti?
''Niçin yazdığımın ve ne yazdığımın kimi
eksikliklerine rağmen ayrımındaydım. Kuramsal donanımı sağlamaya, estetik
kaygıyı ısrarla taşımaya, dil-söylem arayışını sürdürmeye daha bir özen
gösterdim. Ve bu çaba o günden bugüne içerik adına popülizme, biçim adına
elitizme ve formalizme ödün vermeden sürüp gidiyor. Henüz ve hep öğreniyorum.
Çalışmalarımın, donanım ve kavrayışımın bu anlamda da yazabileceklerimin
gerisinde olduğunun bilincinde öğrenmeyi sürdürüyor, öğrendiklerimi tartışmaya
çalışıyorum...''
Cezaevlerinden
yükselen, ''firar eden'' bir edebiyat vardı son yıllarda ve şurası bir gerçekti
ki bu edebiyata, edebiyat dışı etmenlerin yoluyla yakınlık hisseden, kabullenip
abartanların yanı sıra yine aynı nedenle yok sayanların sayısı hiç de az
değildi. Çetin kendi şiirinin böyle bir haksızlığa uğramasına kesinlikle
karşıydı. Bu ''firari edebiyata'' ve böylesi bir yaklaşıma ilişkin tavrı neydi?
''Elbette başkaldıran, kuşatılmış, ama buna
karşı duran bir edbiyat bu. Şizofrenik parçalanma, nevrotik inleme ve pişmanlık
hummasının egemen kılınmak istendiği verili koşullarda, bu kuşatmaya boyun
eğmeyenler, yer altından geçip dışardaki yaşama katılıyorlar. 'Okul' diye
değerlendirilmesi gereken bu uzamda 'değirmentaşı'nın insafına kalmak
istemeyenler, konumlanışlarının gereği bir faaliyette bulunmak durumundalar.
Ben artık şiirle, öyküyle, romanla, resim ve karikatürle dur duraksız firar
edip duracağız diyorum... Çığırını bulmaya başlayan bu çağı herkes önemle
beklesin. İşte, yakın dönemde Emirhan Oğuz bunu ne güzel kanıtlıyor.
Kuşatmaları yarıp gelecek nice arkadaştan umutlu olmamak için hiçbir neden
yok...''
Ama bir başka
boyutu daha var bütün bunların. Belki bunu ''firari
edebiyat'' adına bir ''özeleştiri'' olarak
da kabul edebiliriz ya da sevgiyle yapılmış bir uyarı. Çetin sürdürüyor
konuşmasını:
''Bugün yazılanlar, yazılacak olanların
küçük bir kısmıdır. Bana kalırsa yetkin örnekler olmaktan uzaktır. Açık
söylemek gerekirse henüz yazabileceklerimizin gerisindeyiz. Arkadaşlarımızın
birçoğu salt yaşanılana, özgül izleklere yaslanmakla yetiniyor ve sanatsal
ifadeleniş fazlaca önemsenmiyor gibi. Bunu aşmamız gerekiyor. Yerimiz ve
kimliğimiz gerektiğince davranmak, kolaya kaçmadan ve estetik kaygıyı gözardı
etmeden ısrarla çalışmak, emek yoğunluğunun sürekliliğini sağlamak
durumundayız. Öğrenmek bize yakışmalı, aksayan yanlarımızla sürekli hesaplaşmak
daha bir yakışmalı ve bunu elden bırakmamalıyız...''
Söyleşimiz
Çetin'in kitabına geliyor. Neden ''rüzgâr/Ve
Gül İklimi'' diye soruyoruz?
''Rüzgâr/Ve Gül İklimi'' diye başlıyor
ve sürdürüyor: ''Çünkü hepimizindi o
sürmanşet ölüm günleri ve hiç de serin bir rüzgâr değil, ülkeye bir uctan bir
uca kül ve kan dağıtan, yangınlar büyüten, yakan bir rüzgârdı. Bu terördü,
işkenceydi, her türlü insanlıkdışı kuşatılmışlıktı. Ve elbette akmadıkça
hükümsüz kalırdı ırmak/tarihsiz kalırdı ömür... Ve demek ki aslolan ölüm ve kül
savuran rüzgâr değil bu koşullarda ele geçmez meterislere yaraşan gül'dü ve
iklimiydi. Demek ki gün gelecek rüzgâr değişecek ülke gül iklimine kavuşacaktı.
Direnen gül inceliği ve iklimi böyle bir çağrıyı ifade etmek içindi belki. Ve
sadece kitaba adını veren şiir özelinden yola çıkarak diyebileceklerim bu
kadar. Ama açıktır ki bu konuda sözü pek uzun tutamam. İyisi mi dili döndükçe
şiirin kendisi bunu anlatmaya çalışsın.''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder