Zorunlu ön açıklama: Özgür Düşün'de sürdürülen 'soruşturma'ya yanıtlarımızın gecikerek gelmesinin nedeni bizatihi kendimiziz. Yani, arkadaşların ısrarla takip etmelerine karşın yanıtları zamanında iletememiş olmakla 'aydın sorumluluğumuzu zamanında yerine getirmediğimizi en baştan ve peşinen beyan etmek isteriz. Ancak..
1- "Ben aydın değilim": ...ancak dediğimiz yerden başlayarak ilk sorunuzu yanıtlamaya çalışalım: uçurumun öte yakası olarak tanımladığımız elli yaş sınırda bir insan olarak, şu ana kadar kendimize sanırız hiç 'aydın' demediğimizi en baştan söyleyelim. Bu tutum başlangıçta belki sezgiseldi ama doğru ya da yanlış, hayli zamandır farkında bir tavır alışı içerdiğini söylemeliyiz. Kendisine hemen hiç 'aydın' dememiş birinin 'aydınlara dair bir soruşturmanın muhatabı kılınması ne derece doğru bilmiyoruz ama söz hakkı tanıdığınıza göre kimi yaklaşmalarımızı paylaşmak isteriz.
Böylece, 'aydın kimdir' in bizde ve kanımızca çağda da ilgiye değer bir karşılığının olmadığım da söylemiş oluyoruz. Evet, bunun da algı sürecinden başlayarak, kavrama ve kavramlaştırma süreçlerinde, farklı bir tarih okumasında ve nihayetinde de bir zihniyet dünyası meselesinde saklı olduğunu ve bu anlamda tam da Batı-Merkezci bir yaklaşım olduğunu görmemiz gerekir diye düşünüyoruz. Avrupa-Merkezci zihniyet dünyasının ürettiği kavram ve dayatmalardan kopuşu yaşayamıyor oluşumuz, soruyu tersten okumamıza pek olanak tanımıyor. 'Aydın' , aydınlanma çağı ve sürecine karşılık düşen sosyo-toplumsal ve tarihsel bir tekabüliyettir, 21. yy.ın sorunu olmaktan da çıkmaktadır, o kadar!
2- "Aydın sorunu bu çağın sorunu değildir": Evet, kültürel coğrafyamızda bir 'aydın'lar sorunu olduğu kesinlikle doğrudur ama soruna aynı yerden bakmadığımızı da baştan teyit edelim isteriz. Nasıl mı? Aydınlanma çağının entelektüel vicdanı olan 'aydın' dönemimizde nasıl ki kapitalist sistemin ideolojik-kültürel yeniden kuruluşunun 'islisi' oluyorsa, bundan bile nasibini pek alamamış 'aydın'ımızın sorunu daha derinde saklıdır. Münevverlikten aydınlığa terfi sürecinde 'aydınlarımız hep aynı alışkanlıkla bu rantı yiye geldiler. Egemen sistemin vitrin düzenlemesine muhtemel her türden hezeyanıyla katılmış 'aydın'lar, iktidarın ideolojik örgütlenmesinin de misyonerleri olmuşlardır bize kalırsa. Örneğin etnisedeler, farklı diller, inançlar şenliği bir coğrafya bu kadar Türkleştirilmiş, bu kadar 'Müslüman'laştırılmış, bu kadar 'Tek Millet'leştirilmiş ise, bunu vebalini bu süreçte yer alan 'aydınların rolünde de aranmak gerekmektedir. 'Aydın' örgütlenmelerinin tarihleri boyunca ulusal, sınıfsal, cinsel vb. hemen her alandaki muhalif pratikleri katle yönelen sistemin yanında durdukları, en iyimser haliyle 'hayırhah' bir tutum takındıkları bile hatırlansa yetiyor, kanımızca. Medya kanalıyla muhaliflerin evlerinde kurşunlanmalarını alkışlatanlar da bu 'aydınlardan kimileridir, unutulmamalı. Yani verili 'aydın' tanımıyla soruna yaklaşacak olursak ne yazık ki durum bu..
Bir yandan sistemin ideolojik hegemonyasının oluşturuculuğu misyonunu oynayan bu tipoloji, diğer yandan da ayrıcalıklı, rantiyer statüsünü de koruya gelmiştir. Onlar sistemin sunduğu bu olanağı kutsayarak yaşarken, muhalif toplumsal dinamiklerin de eleştirel bir mesafe koymadan bu kutsamayı başka bir yerden yapıyor olmaları sorunu daha da çapraşıklaştırmaktadır. Bu kutsamalar sonrası ulusal, cinsel, sınıfsal sömürü, yağma, işgal, sömürgeleştirme vb. sorunlara hep 'üst'ten bakan söz konusu 'aydın', kamunun da vicdanını satın almayı deneyen iktidar-medya saldırılarının tetikçiliğini yapa gelmiştir.
Bu anlamda, değişen tarihsel-toplumsal koşullarda ne artık 'aydın' ne de 'aydın sorunu' diye bir sorun vardır bize kalırsa. Sorun Bolşevik işçinin 90 yıl önceden sufle ettiği yerde saklıdır yine: "bu dünyada iki sınıf tanırım ben; biri burjuvazi, diğeri de proletarya.."
Evet, ama bu kadar indirgeyerek sorunu daha zorlaştırmıyor muyuz? Evet, öyle. Bu kadar indirgemeyelim ama sorunun entelektüel-etik tutum alışta saklı olduğunu, bunun da ideolojik bir tutum alışla açıklanabilir olduğunu söylersek, meram biraz daha anlaşılmış olur. Yani, en 'solcu'sundan en 'ayrılıkçı'sına kadar 'aydınlarımızın 'Kemalizm Korosu' başka nasıl açıklanabilir?
Ezcümle; egemen sistemin her an ve yeniden ideolojik kurucularından olan 'aydınlar ile entelektüel emek, yaratıcılık, vicdan ve tutum alış mecrasındaki insanları mutlaka ama mutlaka ayırmak, meseleye biraz da buradan bakmak gerekir diye düşünüyoruz. Değilse, yıl/yıllara karşı bir manifesto olarak anlaşılabilecek 'gülün gül ile tartılacağı' bir gelecek imgesini oluşturup hayatlarını, kurdukları düşlere adayanları anlamamız çok gecikebilir, ve daha nice benzeri durumu..
3- "İnsan kendi putunu kendisi yapar, kendisi tapar": İlerici-devrimci dinamiklerin 'aydınlara yaklaşımını nasıl mı buluyoruz? Niyet referansını ayrı tutarsak, devletin yaklaşımı gibi buluyoruz. Durum bu ve üstelik bize kalırsa da meşru bir yaklaşım bu. Niye mi? Politikayı, verili iktidarı devralma amacıyla kutsamış, özneyi düşünün nesnesi kılmış, kutsal bir amaç için insanı araçsallaştırmış bir anlayışının kendi propagandasını yapacak 'aydın'ı işine yaradıkça kutsaması, ona 'aydın rantı'nı yedirmesi, işine yaramadığı yerde de patt diye yol kenarına bırakması ya da kendisine karşı durduğunda başını şu veya bu araçla ezmesi -niyet referansını yinelememiz gerekecek ama devletten farklı değil. Çünkü iktidar, örgüt disiplini, özne-örgüt diyalektiği vb. pek çok alanda egemenlikçi paradigmadan ideolojik bir kopuş yaşanabilmiş değil kanımızca. Sorun politikanın ve politika yapmanın kendisinde, düpedüz o 'pragmatizm'de saklıdır. Diğer yandan, pek çok kifayetsiz muhteris 'aydın'ın, insanların yaşamları pahasına yarattıkları değerleri ve olanakları -onlardan olma sahteliğiyle nasıl yağmaladıkları da görülürse.. Acıdır ama açıklayıcıdır; sistem, iktidara kesin muhalif olmama kaydıyla her türden davranışını mubah gördüğü ve gösterdiği bir 'aydın' tabaka yaratmış ve bunlara kendi yaşam, değer kültürünün propagandistliği rolünü ver misken, muhalif toplumsal dinamikler de aynı zihniyet dünyasıyla, sadece verili iktidara karşı olma saikiyle benzeri bir rolü kutsaya gelmiştir. Söz konusu muhalif dinamiklerin 'aydın' ile 'şöhret' ilişkisine nasıl baktıkları da ayrıca bir sohbet konusu olsa gerekir.
Bitirilmelidir. Ne çağın ne de hayatın gerçeğidir bu; 'ayinesi iştir kişinin lafza bakılmaz'ı iyi düşünüp, buna uygun yaklaşımlar ve tutum alışlar örgütlenmelidir. Etik, ideolojik bir kopuş yaşanmadan ve bu kopuş toplumsallaştırılmadan şu veya bu biçimde hayatlarımızı, değerlerimizi, düşlerimizi, emeklerimizi yağmalamaya devam edeceklerdir bunlar.
Böylece, ilerici-devrimci dinamikler hem verili kavramlaştırmayla ve hem de bunda vücut bulmuşlarla arasına eleştirel mesafe koymalı ve sınırsız/sınıfsız bir gelecek imgesini hayatına çağırmayı deneyen entelektüel birikimle daha sahici bir buluşmanın olanaklarını ve ifade araçlarını yaratmayı, iktidar olma ve yönetme hırsından daha arınarak eşitlerin buluşması ve dayanışmasını denemelidir, diye düşünüyoruz.
4- "Bu hasret bizim değil": Soruyu sorduğunuz yerdeki iyi niyet referansına tanığız çünkü o hayattan geliyoruz bugüne. Ancak, tüm iyi niyet referans ve pratiklerimize karşın, kullandığımız tanım ve kavramlaştırmalarda daha dikkatli olmalıyız sanki. Kavramlar hiç de masum değil çünkü. Sorunuzu iki uğrakta soluklandırdığımızda da göreceğimiz bu olsa gerek. İlki, toplumsal ilerlemede orduların önemine yaptığımız atıf, kanımızca çok riskli. Yani tarihte zorun rolünü böyle mi okumalıyız?
Bir tür militarist kutsamayla tarih ve toplumsal ilerlemeye yapılan gönderme hiç de doğru olmasa gerek. Ve ikinci uğrak da zaten çok daha tehlikeli; yani bir tür metafor değilse sözü edilen şey 'aydınlar ordusu' gibi bir hasret ise, heywax..
Hayır, böyle bir hasret bize dair olmasa gerek, hayır!
Bir tür alan örgütlenmesi olarak 'aydın hareketi' ya da kendi tanımımızla 'entelektüel vicdan pratiği' buluşmaları, örgütlenmeleri başka bir şey; 'aydınlar' ordusu çok başka bir şey olsa gerekir. 'İnsanları aynılaştırana sanatı' olarak da tanımlana gelen politikanın bir tür düş yoldaşlığı ile bu tür pratiklerin, örgütlenmelerin ve hareketlerin oluşumuna katkı ve katılım sağlamaktan başka, bunu bir tür 'ordu' modeliyle düşünüp tasarlaması ise çok başka bir şey..
5- "Buluşma zemini de, imgesi de 'düş yoldaşlığı'dır": Şimdiye kadar böyle bir birliğin olamayışın elbette ki birden çok nedeni var ama iki temel eğilim etrafında toparlanabilir bunlar. İlki; hemen her konuda kendisini 'bir bilen' olarak ilan edip kendisini dayatan politikanın cehaletidir, pragmatizmidir, sezgi ve hakkaniyet ve düş yoksunluğudur, ikincisi de devlet kültürü ve zihniyetine örgütlenmiş geleneksel 'aydın' kafasının, muhalif örgütlenmeye 'tarihsel' alerjisidir, vb.
İktidar olma hırsı kadar örgütsüzlüğü kutsamayı da ahlaki bir düşkünlük olarak anlayan yanımız, böyle bir örgütsüzlüğün zaten olamadığını, egemen sistemin hemen her anlamda onları kendilerine örgütlediğini söyleye gelmektedir. Bu anlamda ve öncelikle muhalif toplumsal dinamikler ve bunların bir üst okuması olarak kullana geldiğimiz 'politika'nın kendisi yönetme ve iktidar hırsından arınabildikçe, düşünsel ve kültürel alan örgütlenmelerinin özgül birer örgütlenme ve faaliyet alanları olduğu ve özerkliklerini görebildikçe, muhalif entelektüel pratik içinde olanlar da insanın ve doğanın özgürleşmesi mücadelesinin kendileriyle başlayıp kendileriyle bitmediğini ve bu anlamda da diğer toplumsal muhalif pratiklerle bir 'düş yoldaşlığı' içinde olmaları gerektiğini anladıkça..
Evet, duyulması gereken 'sorumluluk' ortak bir sorumluluk olsa gerekir. Ama sorumluluktan önce ve deyim yerindeyse 'tarafların' birbirlerini duyması gerekmektedir. Muhataplar birbirlerini duyabildikçe, birbirlerini anlayabildikçe birlikte davranma kültürünün olanaklarını da birlikte arayacaklardır. Asıl sorun burada olsa gerekir; birbirimizi duymanın olanaklarını yeterince aramıyor olmak. Oysa bilinir; 'arayanlar her zaman bulamayabilirler ama bulanlar mutlaka arayanlardır', değil mi?
Ezcümle; günlük yarar, azami fayda, kâr, ün, şöhret, rant vb. her türden zaman ayarlı tahrip unsurlarını dışarıda bırakmayı deneyen, sınırsız ve sınıfsız bir gelecek hasretini bugünden ve yaşamıyla deneyen pratiklerin buluşma zemini de, imgesi de 'düş yoldaşlığı' olsa gerekir diye düşünüyoruz.
Dünyanın bir düşe ihtiyacının olduğu böyle bir yıkıcı tarihsel kesitte buluşma olanaklarımızı, devrimcileşmenin ideolojik-entelektüel olanaklarını aramayı birlikte deneyecek olan 'düş yoldaşlığı' kavramı üzerinden tartışalım isteriz.
Mart'05, Amsterdam.
1) AYDIN KİMDİR SORUSUNU ALIŞAGELDİK BİÇİMDE İRDELEMEK DEĞİL DE BUNUN PRATİKTEKİ KARŞILIĞINI SOMUTLAŞTIRACAK TARZDA ELE ALALIM İSTİYORUZ. BU KONUDA NELER SÖYLEMEK İSTERSİNİZ?
2) ÜLKEMİZDE AYDINLAR SORUNU OLDUĞU YÖNÜNDEKİ GÖRÜŞLERE KATILIYOR MUSUNUZ VE SİZCE BU SURUNUN BAŞLICA NEDENLERİ NELERDİR?
3) İLERİCİ-DEVRİMCİ DİNAMİKLERİN AYDINLARA YAKLAŞIM VE BEKLENTİLERİNİ NASIL BULUYORSUNUZ VE NASIL OLMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
4) İNSANLIK TARİHİNİN AYDINLARIN MÜCADELESİNİN TOPLUMSAL İLERLEMEDE EN AZ ORDULAR KADARBELİRLEYİCİ OLDUĞUNU HATIRLATAN ÖRNEKLERLE DOLU OLDUĞU DÜŞÜNCESİNDEYİZ BU AÇIDAN BAKILDIĞINDA ÜLKEMİZDE BİR AYDINLAR ORDUSU OLUŞTURULAMAZ MI DÜŞÜNCELERİNİZ NELERDİR?
5) ŞİMDİYE KADAR BÖYLE BİR BİRLİĞİN OLUŞMAMASINA NEDEN OLAN EKSİKLİKLER NELERDİR KİMLER BU NOKTADA SORUMLULUK DUYMALI BU MESELENİN SAĞLIKLI BİR ZEMİNE OTURTULABİLMESİ İÇİN NELER YAPILMALI?
Kaynak: Özgür Düşün
|
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder