İyi ki…
Muzaffer
Oruçoğlu, evet, halkımızın deyimiyle, dünya bazen bir insanın yüzü-suyu
hürmetine döner diye, önder yoldaşım da benim için bu insanlardan biridir ve
çok kıymetlidir. 40 yılı aşan yoldaşlık sürecimize binaen söyleyeceğim, bu sözü
fazlasıyla hak eden bir insan olduğudur, en azından benim için bu böyle. Bunu
kendimce açıklamaya çalışacağım ama iyi ki var ve iyi ki yaşıyor duygusunu
derinlikle hissettiğim bir yoldaşım için öncelikle bunu söylemek istedim.
Muzaffer
ile aynı siyasal gelenekten, aynı düş, aynı yangınlardan geliyoruz. Gerçi 72’de
henüz tanışamamıştık, o Dersim’deydi ve ben Elazığ’daydım, beni örgütleyen de
İbrahim’di. Ama 1975-76’dan itibaren iletişimim oldu kendisiyle. İlerleyen
yıllarda hem örgütsel hem de kişisel iletişim anlamında, dostluk anlamında çok
yakın mesaimiz oldu. Dolayısıyla kendisini daha sonra sadece okuma anlamında
değil ama izleme, dinleme, tartışma, müdahale etme, müdahalesine açık olma,
yoldaşlık hukukunun gerektirdiği her ne varsa, hemen her şeyi kendisiyle
yaşadığımı düşünüyorum ve onun öncülerden olduğu bu ortak mücadele tarihimizden
onur duyuyorum…
Muzaffer
Oruçoğlu, Aslan Kılıç, Süleyman Yeşil gibi bizim ‘72 davasından yoldaşlar
İstanbul’dan Mamak Askeri Cezaevi’ne sevk edilmişti. Onlarla Parti adına
iletişime geçme dönemi, siyasal çizginin değişimini talep eden bir iç tartışma
dönemiydi aynı zamanda, yani ‘75 ortalarında başlayan ve 76’da devam eden. Ben
de İç Anadolu’da bölge faaliyetindeydim ve o tartışma süreçlerinde bütün
engellemelere rağmen Parti, tartışma metinlerini onlara ulaştırmak, onların
görüşlerini almak fırsatını sınırlı da olsa yakalamıştı. O dönem kendilerinden
gelen tepkilere dair aklımda kalan en önemli şey ise, Muzaffer’in birlikçi
tavrı ve tutumuydu ki daha sonraları birden fazla vesileyle dikkatimi çeken bir
özelliği oldu bu. Yani haklı olsa dahi Muzaffer’in ayrılığı önceleyen bir
tavrını hiç görmedim. Hatta farklılıklarla birlikte olmayı, çoğulda birlik
olmayı özellikle seçen bir tavrı vardı. Bunun ne derece değerli bir tavır olduğunu
zaman da sınadı zaten…
Muzaffer
ve yoldaşları Mamak’tan sonra Niğde Kapalı Cezaevi’ndeydiler artık. ‘78
itibariyle kendileriyle Niğde cezaevinde yüz yüze görüşmeler ve artık doğrudan
örgütsel iletişim sürecinden söz ediyorum. Bu durum 12 Eylül 1980 askeri faşist
darbesine kadar sürdü. Bu süreçteki görüşmelerimiz, tartışmalarımız,
yaşadığımız firar vb. olaylar kuşkusuz çok geniş bir başka sohbeti gerektirir
ama “firar” demişken bir-iki yaşanmışlık da paylaşmak isterim…
O
da şu; bütün bu süreçlerde sorumlu yoldaş olarak Süleyman Cihan vardı
hayatımızda ve içerdeki yoldaşları ama özellikle de Muzaffer’i içeriden
çıkarmanın yollarını arıyordu, hem de ısrarla. O süreçlerde Süleyman ile
birlikte, bölge ve cezaeviyle ilişkim nedeniyle bu firar süreçlerine de
tanıklık ettim. Süleyman’ın Muzaffer’e dönük o yoldaşlık sevgisine ise çok
yakinen tanık oldum. Bundadır ki birden fazla “firar” denemesi olmuştu.
Muzaffer’in birleştirici, kadro ve taraftarlara güven veren kişiliği,
İbrahim’in emaneti oluşu ve sayılabilir diğer özellikleri ile, dışarıda olması
durumunda Parti ve mücadele sürecine katacaklarına binaen, Süleyman, öncelikle
Muzaffer’i dışarı çıkartmaya çalışıyordu…
Süleyman
Cihan’ın doğrudan sorumlu olduğu, gerek tek başına Muzaffer’in ve gerekse diğer
yoldaşlarla birlikte firara dair birden fazla girişim oldu ama içlerinden biri
çok ilgiye değerdi. Bir anekdot olarak aktarmakta yarar var sanırım. Gerçi
Süleyman Cihan kitabında buna atıfta bulunmuştuk ama…
Öngörülen
“askeri darbe” ihtimali ya da mücadele ihtiyacına binaen zindandan firarın sık
denendiği dönemlerdi. Kimisi başarılı olsa da, çoğunluğu kadük kalıyordu. Tabii
bunda dışarıdan ya da içeriden sızan “bilgi”nin izi rahatlıkla görülüyordu ama…
Buna rağmen Muzaffer ısrarla dışarıya çıkmak istiyordu ki Süleyman da bunu çok
istediği için, birden fazla deneme yapıldı. Bunlardan biri...
O
dönemde, içeride biriken fazladan dergileri, gazeteleri ve hatta kitapları
büyük kolilere koyup dışarıya çıkartma gibi imkanlar oluyordu. Gerçekten de
cezaevine çok yayın geliyordu o dönemde, yani birikme anlaşılırdı. Hatta Niğde cezaevindeki yoldaşların,
dışarıya birden çok kanalla yardımda bulunduklarını bilirim. Yani içerisi pek
çok anlamda dışarıda, dışarının içindeydi; hem düşünsel, entelektüel, siyasal
ve hem de maddi-manevi anlamda her türlü desteği veriyorlardı. İşte, fazla
yayınları öylesi bir büyük koli ile dışarıya çıkartma imkanı, Muzaffer için de
bir kaçış fırsatı yaratmıştı. Önce yerel kadroları da alarak bir deneme yaptık;
içine bir insanın da sığabileceği büyükçe bir koliye onlar kitap, gazete
doldurup görüş günü bize verdiler, ve evet o büyük koli kapı altından geçti,
kapıdan geçti, görüş yerine geldi, arkadaşlar da aldılar ve sorunsuz bir
şekilde dışarıya çıkardılar...
Bu
ilk denemenin başarısından iki hafta sonra fiilen Muzaffer’i dışarıya çıkarma
uygulamasına geçtik. Bunun için İstanbul’dan Niğde’ye Süleyman’la yaptığımız
yolculuk ayrıca paylaşılmaya değer ama şimdilik Muzaffer’le ilgili kısmı
anlatmak isterim. Cezaevine vardık, Süleyman ve bir yoldaş yine dışarıda
beklerken, görev almış yerel kadrolarla birlikte içeride, görüş
kabinlerindeyiz. Derken, Muzaffer’in de içinde saklı olduğu o büyük mukavva
koli görüldü, geldi, iç kapıları, kapı altını geçti ve en son görüş
kabinlerinin olduğu yere kadar, yani bizlerin de beklediği yere kadar geldi.
Her şey planlandığı gibi gidiyor, bir önceki denememizde olduğu gibi koli
sorunsuz bir şekilde bize kadar geliyordu...
Muzaffer’in
de içinde olduğu büyük kutu artık iki metre ötemize kadar gelmiş ve biz hemen
alıp gitmek niyetindeyiz. İlgili yoldaşlar buna hazırlanırken, tam o sırada bir
yetkili, elindeki sopasıyla kutunun etrafında dönmeye başlıyor, sopayla koliye
dokunuyor, dönüyor, vuruyor, derken birazdan “yahu bu kutunun içinden bi
sıcaklık geliyor” diyor ve diğer gardiyanlara kutuyu açmalarını söylüyor. Durum
anında anlaşılır oluyor; yani bir şekilde bir “bilgi” verilmiş olmalıydı ki…
çünkü eldeki cop gibi bir sopayla kutuya dokunarak, oradan gelebilecek bir
sıcaklığı tespit etme şansı hiç mi hiç yok. Ama ortalık birden hareketleniyor,
kutunun etrafı çevriliyor, açılıyor, bir astsubay denetiminde kutunun
içindekiler boşaltılıyor; kitaplar, gazeteler, dergiler derken, Muzaffer!..
Uzun
süredir kutuda nefessiz kalmış, kıpkırmızı bir surat ve… yani biz firar yarım
kaldığı için üzülüyorken, Muzaffer, nefes almaya başladığı ilk an, o kıpkırmızı
kesilen yüzüyle astsubaya dönüp, insan hakları vurgusuyla ona fırça atmaya
başlıyor ki, o anı hiç unutmuyoruz. Devamında da bir çok şey oluyor ama
Muzaffer’in o tavrı bizi gülümsetiyor. Önceki firar denemeleri de birden fazla
nedenle başarısız olmuştu ama sonuçta Süleyman Cihan’ın Muzaffer ısrarından
özellikle bu vesileyle söz etmek istedim, o yoldaşlık ısrarından…
(…)
12
Eylül’den sonra doğal ki Muzaffer ile ayrı düştük. O içerideydi zaten ve ben de
12 Eylül darbesinden bir yıl sonra yakalandım. Uzun zamana yayılan
sorgu-işkence sürecinden cezaevine geçer geçmez, yani mektuplaşma fırsatı
bulduktan sonra Muzaffer’le de haberleşmeye başladık. Cezaevindeyken, bana
gelen pek çok mektubu korumuş ve onları dışarıya da çıkarmıştım. Aradan 20 yılı
aşkın bir zaman geçtikten sonra parça parça açmaya başladım. Hiç kolay değildi
çünkü o mektupları yazan pek çok yoldaş yaşamıyordu artık, onların mektupları
yani… ama gördüm ki Muzaffer’in o dönem cezaevinden bana yazdığı mektuplar da
duruyor. Tabii birbirimizi hiç tanımıyormuşuz gibi başlayan bir yeniden tanışma
ve mektuplaşma haliyle, ne de olsa 12 Eylül süreci işte…
Muzaffer
13 yılı aşkın tutsaklıktan tahliye olduktan ve götürüldüğü askerlikten de firar
ettikten sonra Avrupa’ya çıkmıştı. Arkadaşların Avrupa’da yayınlamaya başladığı
ve benim de içeriden katılımcısı olduğum Tohum adlı kültür-sanat dergisine
ağırlık verdiği dönemdi. Muzaffer’in edebiyattan politik faaliyete gelmiş
olmasının etkilerini birden fazla süreçte izleme şansım oldu, ki bu da ortak
yanımızdı, ama Tohum süreci oldukça özel olmalı…
Tohum
dergisi döneminde en çok öğrendiğim, yararlandığım Muzaffer’in indirgenmiş bir
politik anlayıştan uzak günü kapsayan, düşleri kucaklayan, hayat nüanslarını
içine alan ve bunu bir kültürel varoluş bağlamında yeniden kuran yaklaşımı idi.
Yani tabuları sarsan özelliğini yakından görme şansım oldu bu süreçte ki,
öğreticidir. Kimileri belki manşetlerle ilgilenirler ama Muzaffer bu anlamda da
farklı bir görme biçimine sahipti. Mesela bir ayrıntı hatırlıyorum,
cezaevindeyim o dönemde, Tohum dergisi bir şekliyle elimize geçmiş, ben de
yazılar, şiirler yayınlıyorum o dönemde, hemcinslerin aşkıyla ilgili Muzaffer
Oruçoğlu’nun bir metnini okuyorum Tohum’da, 80’lerin sonları, o yıllar, yani
düşünün ki büyük bedellerle sosyalizmin kurulduğu pek çok ülkede eşcinselliğin
idamlık bir suç olduğu o dünyada, öyle bir algı ve davranış dünyasında Muzaffer
Oruçoğlu buna karşı çıkıyor ve o ortamda dile getirebiliyor, tartışamaya
açabiliyordu…
Üstelik
Muzaffer Oruçoğlu, feodal değerlerin yer yer devrimci değerlere daha baskın
geldiğini düşündüğümüz bir dönemin insanıdır, devrimci değerlerle feodal
alışkanlıkların birlikte yürüdüğü bir süreçte… ama Muzaffer bunları kırmak,
değiştirmek noktasında zaman zaman hakikaten cesur adımlar atabilmiştir.
Verili, dayatılmış, vaazı “sosyalist” olsa da, sistemi yeniden üreten
yaklaşımlarla arasına eleştirel mesafe koymakta, pek çok vesileyle tanık
olduğum üzere, hep öğretici bir süreç izlemiştir…
(…)
’90
sonrası, yani ben de tahliye olduktan sonra değişik etkinlikler vesilesiyle
Avrupa’ya çıktığımda Muzaffer’le tekrar buluştuk. Yakın yıllara değin
Avrupa’nın değişik ülke ve kentlerinde söyleşi turneleri yaptık, gecelere
katıldık, genel-özel pek çok sohbetimiz oldu. ‘90 sonrası süreci Muzaffer
açısından özellikle önemli buluyorum. Yani ‘90 öncesi Muzaffer’in müdahil
olduğu süreçler bir yana, değişen dünyanın anlaşılır kılınması babında ‘90
sonrasının onun için de aslında bir yeniden öğrenme süreci olduğu kanısındayım.
Şunun altı çizilmelidir ki, Muzaffer, kibirsiz bir öğrenme oburudur. Yani hep
anlamaya çalışan, hep yeniden öğrenmeye çalışan bir kişilik. Tanıklığım
itibariyle söylüyorum ki Muzaffer, ‘90 sonrası dünyadaki siyasal gelişmelerin
ve sosyal-kültürel değişimlerin talep ettiği yeni bir anlama, yeni bir bilme ve
buna göre davranma saiklerini fazlasıyla dert edindi. İyi ki dert edindi çünkü
onun berdewam devrimciliği buradan geçiyordu. Meselesi sadece İbrahim
Kaypakkaya’nın, o güzel, o komünist önderin politik argümanlarını savunmakla
sınırlı kalmadı, yeniden anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştı ve bunu yaparken
de Vartinik’e asla hıyanet etmedi…
Yani
İbrahim’den devraldığı devrimci varoluşu hayatına dahil kılarken, berdewam devrimcileşmenin
ideolojik-etik-estetik evrenindeki arayışını da sürdürdü. Kimi politik
tespitlerde farklılaştı, ve evet bu, ‘90 sonrası için önemli bir adımdır. Çünkü
hem devrimci olarak hayat içinde var olmayı ve hem de değişen dünyanın
taleplerine göre düşünsel/sanatsal yeni menziller oluşturmak gerekiyordu. Bu,
benim de hemfikir olduğum, birlikte öğrendiğimiz, birbirimize katkılarda
bulunduğumuz bir süreç oldu…
Muzaffer’in
’90 sonrası öne çıkardığı edebiyat ve sanat pratikleri dolayımıyla dile
getirdiği düşünceleri de bu anlamda zamanın insafına bırakılmış durumda. Yani
zaman içinde daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Mesela Muzaffer’in bir
tartışmada kalkıp “siz benim tek kişilik örgütümü dağıtmaya kalkıyorsunuz”
tavrı, muhataplarına ne kadar ulaştı bilinmez ama bu tartışma ve yaklaşımların
kaderi zamanın sınması olsa gerekir…
Yani
iddia odur ki, kendi düşlerinin öznesi olamayan, o sürecin nesnesi olur. Nesne
olmayı reddeden devrimci kişilik, düşleri için kendisini düşünsel, duygusal,
sosyal, cinsel, siyasal, entelektüel, yani hayatın her alanına sirayet edecek
biçimleriyle örgütleyen birey demekti. Bu anlamda bir komünist olarak, tek
kişilik örgütünün dağıtılmasına dair itirazı, kendilerini örgütlemiş bireylerin
aynı zamanda bir örgütlülüğü var edebileceklerini, başka bir ifadeyle söyleme
haliydi. Ki aynı süreçlerde, kendini örgütlemeden örgüte gelen ya da geldiğinde
özneleşmeyi aramayan birey kaçınılmaz olarak örgütü de örgütsüzleştirir,
derken, dile getirmeye çalıştıklarım da bu mealdeydi sanırım…
(…)
90’lı
yıllardan başlayarak, günümüzde ADHK olarak bilinen federasyon önceli
derneklerde; Almanya, Avusturya, İsviçre, Hollanda vb. birçok ülkede, pek çok
edebiyat/sanat söyleşileri yaparken, bu düşünsel arayışlar hep tartışma
içindeydi ve öğreticiydi. Muzaffer ile bu dönemdeki başka bir ortak pratiğimiz
de Babek Yayın sürecidir ve değerlidir…
Evet,
Muzaffer yazıyordu, yayınlıyordu fakat sunum imkanı çok sınırlıydı. Mülk edinme
babında değilse de, kitapların muhataba ulaşması istediği yaygınlıkta
olamıyordu. Oysa o da biliyordu ki muazzam bir birikim değişik edebiyat
disiplinlerinde ürüne dönüşüyor ama okur babında verili politik çevreyle
sınırlı kalıyordu. Bu ve sayılabilir gerekçelerle, Piya Yayın Kolektifi
bünyesinde yer alan ama özerk olan Babek Yayın’ı kurduk. Babek’in maddi-manevi
bütün teknik alt yapısını, tanıtım ve dağıtımını kolektif karşılıyordu. O
toplamda yer alanlar şahıs olarak Muzaffer’i tanımasa bile sağ olsunlar, hepsi
o konuda son derece yoldaşça davrandı, emek ve katkısını esirgemedi. Muzaffer
Oruçoğlu’nun bütün kitaplarının Babek’te bir araya getirilmesi böyle başlamıştı
ve çok da iyi oldu. Günümüzde de faaliyetine devam ediyor Babek; 13’ü roman
olmak üzere, Muzaffer’in 30’u aşan kitabını yayımlamaya devam ediyor…
Az
önce öğrenmeyle ilgili Muzaffer’in “obur” özelliğinden söz ederken bunun bir
başka kanıtının, yerleştiği Avusturalya’daki arayışları olduğunu da söylemek
gerekir. Mesela resim-heykel okumakla geçen bir 55-60’lı yaş dönemi var
Muzaffer’in, onca yıl dağ bayır zindan hayatından sonra, yani insanın 55’inden
sonra yeniden okula gidip yeniden bir şey öğrenmesi o kadar da kolay olmuyor,
her ne kadar teknik bir zorunluluk biçiminde başlamış da olsa, Muzaffer’in
ısrarı, öğrenmeye doymayan bu yanıdır…
Yeniden
edebiyat çalışmalarına dönecek olursak; iyi bir yazar olmadan önce iyi bir okur
olmayı bilmek, hayatın muhalif bilgisiyle donanmak, belli bir yetenek varsa,
ısrarla emek vermek, birlikte gövdeleşmek, onun ısrarıdır işte. Yani
Muzaffer’in üretkenliği, biriktirdikleriyle ilgilidir aynı zamanda ve Muzaffer,
aramızda görüp göreceğimiz en özel halk bilgesidir aynı zamanda. Yani onun
teorik-politik terminolojiyle de bir sorunu yoktur ama her hangi bir
tartışmada, halkın deneyiminden süzülüp gelen bir deyim, bir metafor, hatta bir
espri ile bütün tartışmayı soyutlayabiliyor mesele. Hep çok değer verdiğim bir
yalınlık ve bilgelik halidir bu Muzaffer’in, öyle…
(…)
Okunuyor
Muzaffer, dinleniyor, izleniyor, giderek daha geniş okur/izler çevreleriyle de
buluşmuş oluyor ve bunlar onun çoktan hak ettiği gelişmeler zaten. Ama gerek
yaşadığı sürgün hayatının uzaklığı, gerekse politik tavrı –şoven yayın/eleştiri çevreleri dikkate alındığında, en basitinden,
Karslı ve Terekeme birinin kendisini yekten “Kürdistanlı” diye tanıtması bile
yetiyor mesela “uzak” tutuluşuna- nedeniyle edebiyat dünyasının “malum”
uzaklığı gibi sayılabilir nedenlerle, edebiyatının hak ettiği yerde olmadığı
kanısındayım. Sorun çok okunurluk ötesinde, edebiyatın, eleştirinin içinden
gelen mikro-estetik bir tartışma, mesela, daha içeriden bir görme hali, hayır,
o derinliğini görmemeyi tercih ettiler…
Bunlar
Muzaffer’e söylense yine ince ince güler geçer belki, böyle bir öncelikli derdi
olmadığı için, ama bu, emeğinin yeterince görülmemesi anlamına gelmiyordu. Onun
etik, estetik, ideolojik ve siyasal saf alışıyla, sahici bir entelektüel vicdan
kanıtı olarak kadrinin yeterince bilinmediği
kanısındayım. Evet, sahici, alçak gönüllü, gelişmelere ve değişmelere
karşı aklını, kalbini, vicdanını, ruhunu örgütleyen bir devrimci olarak
Muzaffer, hayatını düşlerine adama, kendini devrim olarak örgütleme, hatta
kendinin “tek kişilik örgütünü” kurma
haliyle öğretici bir hayat kanıtı olduğunu söylemeye çalışıyorum…
Ya da Can Yücel’in, “yazdığım en güzel şiir hayatımdır” demesine atfen söylemek isterim
ki, elli yılı aşan devrimci mücadele pratiği, onlarca kitap, altı ülkede
altmışı aşkın resim sergisi, sayısız aktivite ve sayılabilecek daha pek çok
ürün kanıtıyla birlikte Muzaffer, en güzel şiirini hayatıyla yazmıştır…
Ezcümle
Muzaffer Oruçoğlu benim yoldaşlık tarihimde, öncelikle bir entelektüel
vicdandır ve bu çok çok değerli geliyor bana. Bütün gelişmeleri-değişmeleri
anlamaya çalışan, anladığı kadarıyla da bunun karşılıklarını hayat
kanıtlarıyla; yani politikadır, heykeldir, resimdir, romandır, şiirdir, kadrajı
son derece geniş ürün kanıtlarıyla karşılayan bir devrimci hayattır o...
Bu
anlamda da sahiciliği ve olmazsa olmazı olan ironisi, halk bilgeliği ve hep
soru soran arayışı ile Muzaffer, tıpkı Feridüddini Attar’ın, “her arayan belki bulamaz ama bulanlar mutlaka arayanlardır” dediği
insanlardandır. Sohbetin başında söylemiştim ki, bu dünya sanki kimi insanların
yüzü-suyu hürmetine döner, diye, Muzaffer benim için o kıymetlerden biridir.
İyi
ki var, iyi ki yaşıyor, iyi ki üretiyor, iyi ki komünist ve iyi ki....
Mehmet Çetin
mehmetcetin@hotmail.com
(02.12.2014 tarihinde
yapılan görüşmenin çözümüdür.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder