26 Şubat 2016 Cuma

Muzaffer Oruçoğlu: Mehmet Çetin

 İyi ki…

Muzaffer Oruçoğlu, evet, halkımızın deyimiyle, dünya bazen bir insanın yüzü-suyu hürmetine döner diye, önder yoldaşım da benim için bu insanlardan biridir ve çok kıymetlidir. 40 yılı aşan yoldaşlık sürecimize binaen söyleyeceğim, bu sözü fazlasıyla hak eden bir insan olduğudur, en azından benim için bu böyle. Bunu kendimce açıklamaya çalışacağım ama iyi ki var ve iyi ki yaşıyor duygusunu derinlikle hissettiğim bir yoldaşım için öncelikle bunu söylemek istedim.
Muzaffer ile aynı siyasal gelenekten, aynı düş, aynı yangınlardan geliyoruz. Gerçi 72’de henüz tanışamamıştık, o Dersim’deydi ve ben Elazığ’daydım, beni örgütleyen de İbrahim’di. Ama 1975-76’dan itibaren iletişimim oldu kendisiyle. İlerleyen yıllarda hem örgütsel hem de kişisel iletişim anlamında, dostluk anlamında çok yakın mesaimiz oldu. Dolayısıyla kendisini daha sonra sadece okuma anlamında değil ama izleme, dinleme, tartışma, müdahale etme, müdahalesine açık olma, yoldaşlık hukukunun gerektirdiği her ne varsa, hemen her şeyi kendisiyle yaşadığımı düşünüyorum ve onun öncülerden olduğu bu ortak mücadele tarihimizden onur duyuyorum…
Muzaffer Oruçoğlu, Aslan Kılıç, Süleyman Yeşil gibi bizim ‘72 davasından yoldaşlar İstanbul’dan Mamak Askeri Cezaevi’ne sevk edilmişti. Onlarla Parti adına iletişime geçme dönemi, siyasal çizginin değişimini talep eden bir iç tartışma dönemiydi aynı zamanda, yani ‘75 ortalarında başlayan ve 76’da devam eden. Ben de İç Anadolu’da bölge faaliyetindeydim ve o tartışma süreçlerinde bütün engellemelere rağmen Parti, tartışma metinlerini onlara ulaştırmak, onların görüşlerini almak fırsatını sınırlı da olsa yakalamıştı. O dönem kendilerinden gelen tepkilere dair aklımda kalan en önemli şey ise, Muzaffer’in birlikçi tavrı ve tutumuydu ki daha sonraları birden fazla vesileyle dikkatimi çeken bir özelliği oldu bu. Yani haklı olsa dahi Muzaffer’in ayrılığı önceleyen bir tavrını hiç görmedim. Hatta farklılıklarla birlikte olmayı, çoğulda birlik olmayı özellikle seçen bir tavrı vardı. Bunun ne derece değerli bir tavır olduğunu zaman da sınadı zaten…
Muzaffer ve yoldaşları Mamak’tan sonra Niğde Kapalı Cezaevi’ndeydiler artık. ‘78 itibariyle kendileriyle Niğde cezaevinde yüz yüze görüşmeler ve artık doğrudan örgütsel iletişim sürecinden söz ediyorum. Bu durum 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesine kadar sürdü. Bu süreçteki görüşmelerimiz, tartışmalarımız, yaşadığımız firar vb. olaylar kuşkusuz çok geniş bir başka sohbeti gerektirir ama “firar” demişken bir-iki yaşanmışlık da paylaşmak isterim…
O da şu; bütün bu süreçlerde sorumlu yoldaş olarak Süleyman Cihan vardı hayatımızda ve içerdeki yoldaşları ama özellikle de Muzaffer’i içeriden çıkarmanın yollarını arıyordu, hem de ısrarla. O süreçlerde Süleyman ile birlikte, bölge ve cezaeviyle ilişkim nedeniyle bu firar süreçlerine de tanıklık ettim. Süleyman’ın Muzaffer’e dönük o yoldaşlık sevgisine ise çok yakinen tanık oldum. Bundadır ki birden fazla “firar” denemesi olmuştu. Muzaffer’in birleştirici, kadro ve taraftarlara güven veren kişiliği, İbrahim’in emaneti oluşu ve sayılabilir diğer özellikleri ile, dışarıda olması durumunda Parti ve mücadele sürecine katacaklarına binaen, Süleyman, öncelikle Muzaffer’i dışarı çıkartmaya çalışıyordu…
Süleyman Cihan’ın doğrudan sorumlu olduğu, gerek tek başına Muzaffer’in ve gerekse diğer yoldaşlarla birlikte firara dair birden fazla girişim oldu ama içlerinden biri çok ilgiye değerdi. Bir anekdot olarak aktarmakta yarar var sanırım. Gerçi Süleyman Cihan kitabında buna atıfta bulunmuştuk ama…
Öngörülen “askeri darbe” ihtimali ya da mücadele ihtiyacına binaen zindandan firarın sık denendiği dönemlerdi. Kimisi başarılı olsa da, çoğunluğu kadük kalıyordu. Tabii bunda dışarıdan ya da içeriden sızan “bilgi”nin izi rahatlıkla görülüyordu ama… Buna rağmen Muzaffer ısrarla dışarıya çıkmak istiyordu ki Süleyman da bunu çok istediği için, birden fazla deneme yapıldı. Bunlardan biri...
O dönemde, içeride biriken fazladan dergileri, gazeteleri ve hatta kitapları büyük kolilere koyup dışarıya çıkartma gibi imkanlar oluyordu. Gerçekten de cezaevine çok yayın geliyordu o dönemde, yani birikme anlaşılırdı.  Hatta Niğde cezaevindeki yoldaşların, dışarıya birden çok kanalla yardımda bulunduklarını bilirim. Yani içerisi pek çok anlamda dışarıda, dışarının içindeydi; hem düşünsel, entelektüel, siyasal ve hem de maddi-manevi anlamda her türlü desteği veriyorlardı. İşte, fazla yayınları öylesi bir büyük koli ile dışarıya çıkartma imkanı, Muzaffer için de bir kaçış fırsatı yaratmıştı. Önce yerel kadroları da alarak bir deneme yaptık; içine bir insanın da sığabileceği büyükçe bir koliye onlar kitap, gazete doldurup görüş günü bize verdiler, ve evet o büyük koli kapı altından geçti, kapıdan geçti, görüş yerine geldi, arkadaşlar da aldılar ve sorunsuz bir şekilde dışarıya çıkardılar...
Bu ilk denemenin başarısından iki hafta sonra fiilen Muzaffer’i dışarıya çıkarma uygulamasına geçtik. Bunun için İstanbul’dan Niğde’ye Süleyman’la yaptığımız yolculuk ayrıca paylaşılmaya değer ama şimdilik Muzaffer’le ilgili kısmı anlatmak isterim. Cezaevine vardık, Süleyman ve bir yoldaş yine dışarıda beklerken, görev almış yerel kadrolarla birlikte içeride, görüş kabinlerindeyiz. Derken, Muzaffer’in de içinde saklı olduğu o büyük mukavva koli görüldü, geldi, iç kapıları, kapı altını geçti ve en son görüş kabinlerinin olduğu yere kadar, yani bizlerin de beklediği yere kadar geldi. Her şey planlandığı gibi gidiyor, bir önceki denememizde olduğu gibi koli sorunsuz bir şekilde bize kadar geliyordu...
Muzaffer’in de içinde olduğu büyük kutu artık iki metre ötemize kadar gelmiş ve biz hemen alıp gitmek niyetindeyiz. İlgili yoldaşlar buna hazırlanırken, tam o sırada bir yetkili, elindeki sopasıyla kutunun etrafında dönmeye başlıyor, sopayla koliye dokunuyor, dönüyor, vuruyor, derken birazdan “yahu bu kutunun içinden bi sıcaklık geliyor” diyor ve diğer gardiyanlara kutuyu açmalarını söylüyor. Durum anında anlaşılır oluyor; yani bir şekilde bir “bilgi” verilmiş olmalıydı ki… çünkü eldeki cop gibi bir sopayla kutuya dokunarak, oradan gelebilecek bir sıcaklığı tespit etme şansı hiç mi hiç yok. Ama ortalık birden hareketleniyor, kutunun etrafı çevriliyor, açılıyor, bir astsubay denetiminde kutunun içindekiler boşaltılıyor; kitaplar, gazeteler, dergiler derken, Muzaffer!..
Uzun süredir kutuda nefessiz kalmış, kıpkırmızı bir surat ve… yani biz firar yarım kaldığı için üzülüyorken, Muzaffer, nefes almaya başladığı ilk an, o kıpkırmızı kesilen yüzüyle astsubaya dönüp, insan hakları vurgusuyla ona fırça atmaya başlıyor ki, o anı hiç unutmuyoruz. Devamında da bir çok şey oluyor ama Muzaffer’in o tavrı bizi gülümsetiyor. Önceki firar denemeleri de birden fazla nedenle başarısız olmuştu ama sonuçta Süleyman Cihan’ın Muzaffer ısrarından özellikle bu vesileyle söz etmek istedim, o yoldaşlık ısrarından…
(…)
12 Eylül’den sonra doğal ki Muzaffer ile ayrı düştük. O içerideydi zaten ve ben de 12 Eylül darbesinden bir yıl sonra yakalandım. Uzun zamana yayılan sorgu-işkence sürecinden cezaevine geçer geçmez, yani mektuplaşma fırsatı bulduktan sonra Muzaffer’le de haberleşmeye başladık. Cezaevindeyken, bana gelen pek çok mektubu korumuş ve onları dışarıya da çıkarmıştım. Aradan 20 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra parça parça açmaya başladım. Hiç kolay değildi çünkü o mektupları yazan pek çok yoldaş yaşamıyordu artık, onların mektupları yani… ama gördüm ki Muzaffer’in o dönem cezaevinden bana yazdığı mektuplar da duruyor. Tabii birbirimizi hiç tanımıyormuşuz gibi başlayan bir yeniden tanışma ve mektuplaşma haliyle, ne de olsa 12 Eylül süreci işte…
Muzaffer 13 yılı aşkın tutsaklıktan tahliye olduktan ve götürüldüğü askerlikten de firar ettikten sonra Avrupa’ya çıkmıştı. Arkadaşların Avrupa’da yayınlamaya başladığı ve benim de içeriden katılımcısı olduğum Tohum adlı kültür-sanat dergisine ağırlık verdiği dönemdi. Muzaffer’in edebiyattan politik faaliyete gelmiş olmasının etkilerini birden fazla süreçte izleme şansım oldu, ki bu da ortak yanımızdı, ama Tohum süreci oldukça özel olmalı…
Tohum dergisi döneminde en çok öğrendiğim, yararlandığım Muzaffer’in indirgenmiş bir politik anlayıştan uzak günü kapsayan, düşleri kucaklayan, hayat nüanslarını içine alan ve bunu bir kültürel varoluş bağlamında yeniden kuran yaklaşımı idi. Yani tabuları sarsan özelliğini yakından görme şansım oldu bu süreçte ki, öğreticidir. Kimileri belki manşetlerle ilgilenirler ama Muzaffer bu anlamda da farklı bir görme biçimine sahipti. Mesela bir ayrıntı hatırlıyorum, cezaevindeyim o dönemde, Tohum dergisi bir şekliyle elimize geçmiş, ben de yazılar, şiirler yayınlıyorum o dönemde, hemcinslerin aşkıyla ilgili Muzaffer Oruçoğlu’nun bir metnini okuyorum Tohum’da, 80’lerin sonları, o yıllar, yani düşünün ki büyük bedellerle sosyalizmin kurulduğu pek çok ülkede eşcinselliğin idamlık bir suç olduğu o dünyada, öyle bir algı ve davranış dünyasında Muzaffer Oruçoğlu buna karşı çıkıyor ve o ortamda dile getirebiliyor, tartışamaya açabiliyordu…
Üstelik Muzaffer Oruçoğlu, feodal değerlerin yer yer devrimci değerlere daha baskın geldiğini düşündüğümüz bir dönemin insanıdır, devrimci değerlerle feodal alışkanlıkların birlikte yürüdüğü bir süreçte… ama Muzaffer bunları kırmak, değiştirmek noktasında zaman zaman hakikaten cesur adımlar atabilmiştir. Verili, dayatılmış, vaazı “sosyalist” olsa da, sistemi yeniden üreten yaklaşımlarla arasına eleştirel mesafe koymakta, pek çok vesileyle tanık olduğum üzere, hep öğretici bir süreç izlemiştir…
(…)
’90 sonrası, yani ben de tahliye olduktan sonra değişik etkinlikler vesilesiyle Avrupa’ya çıktığımda Muzaffer’le tekrar buluştuk. Yakın yıllara değin Avrupa’nın değişik ülke ve kentlerinde söyleşi turneleri yaptık, gecelere katıldık, genel-özel pek çok sohbetimiz oldu. ‘90 sonrası süreci Muzaffer açısından özellikle önemli buluyorum. Yani ‘90 öncesi Muzaffer’in müdahil olduğu süreçler bir yana, değişen dünyanın anlaşılır kılınması babında ‘90 sonrasının onun için de aslında bir yeniden öğrenme süreci olduğu kanısındayım. Şunun altı çizilmelidir ki, Muzaffer, kibirsiz bir öğrenme oburudur. Yani hep anlamaya çalışan, hep yeniden öğrenmeye çalışan bir kişilik. Tanıklığım itibariyle söylüyorum ki Muzaffer, ‘90 sonrası dünyadaki siyasal gelişmelerin ve sosyal-kültürel değişimlerin talep ettiği yeni bir anlama, yeni bir bilme ve buna göre davranma saiklerini fazlasıyla dert edindi. İyi ki dert edindi çünkü onun berdewam devrimciliği buradan geçiyordu. Meselesi sadece İbrahim Kaypakkaya’nın, o güzel, o komünist önderin politik argümanlarını savunmakla sınırlı kalmadı, yeniden anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştı ve bunu yaparken de Vartinik’e asla hıyanet etmedi…
Yani İbrahim’den devraldığı devrimci varoluşu hayatına dahil kılarken,  berdewam devrimcileşmenin ideolojik-etik-estetik evrenindeki arayışını da sürdürdü. Kimi politik tespitlerde farklılaştı, ve evet bu, ‘90 sonrası için önemli bir adımdır. Çünkü hem devrimci olarak hayat içinde var olmayı ve hem de değişen dünyanın taleplerine göre düşünsel/sanatsal yeni menziller oluşturmak gerekiyordu. Bu, benim de hemfikir olduğum, birlikte öğrendiğimiz, birbirimize katkılarda bulunduğumuz bir süreç oldu…
Muzaffer’in ’90 sonrası öne çıkardığı edebiyat ve sanat pratikleri dolayımıyla dile getirdiği düşünceleri de bu anlamda zamanın insafına bırakılmış durumda. Yani zaman içinde daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Mesela Muzaffer’in bir tartışmada kalkıp “siz benim tek kişilik örgütümü dağıtmaya kalkıyorsunuz” tavrı, muhataplarına ne kadar ulaştı bilinmez ama bu tartışma ve yaklaşımların kaderi zamanın sınması olsa gerekir…
Yani iddia odur ki, kendi düşlerinin öznesi olamayan, o sürecin nesnesi olur. Nesne olmayı reddeden devrimci kişilik, düşleri için kendisini düşünsel, duygusal, sosyal, cinsel, siyasal, entelektüel, yani hayatın her alanına sirayet edecek biçimleriyle örgütleyen birey demekti. Bu anlamda bir komünist olarak, tek kişilik örgütünün dağıtılmasına dair itirazı, kendilerini örgütlemiş bireylerin aynı zamanda bir örgütlülüğü var edebileceklerini, başka bir ifadeyle söyleme haliydi. Ki aynı süreçlerde, kendini örgütlemeden örgüte gelen ya da geldiğinde özneleşmeyi aramayan birey kaçınılmaz olarak örgütü de örgütsüzleştirir, derken, dile getirmeye çalıştıklarım da bu mealdeydi sanırım…
(…)
90’lı yıllardan başlayarak, günümüzde ADHK olarak bilinen federasyon önceli derneklerde; Almanya, Avusturya, İsviçre, Hollanda vb. birçok ülkede, pek çok edebiyat/sanat söyleşileri yaparken, bu düşünsel arayışlar hep tartışma içindeydi ve öğreticiydi. Muzaffer ile bu dönemdeki başka bir ortak pratiğimiz de Babek Yayın sürecidir ve değerlidir…
Evet, Muzaffer yazıyordu, yayınlıyordu fakat sunum imkanı çok sınırlıydı. Mülk edinme babında değilse de, kitapların muhataba ulaşması istediği yaygınlıkta olamıyordu. Oysa o da biliyordu ki muazzam bir birikim değişik edebiyat disiplinlerinde ürüne dönüşüyor ama okur babında verili politik çevreyle sınırlı kalıyordu. Bu ve sayılabilir gerekçelerle, Piya Yayın Kolektifi bünyesinde yer alan ama özerk olan Babek Yayın’ı kurduk. Babek’in maddi-manevi bütün teknik alt yapısını, tanıtım ve dağıtımını kolektif karşılıyordu. O toplamda yer alanlar şahıs olarak Muzaffer’i tanımasa bile sağ olsunlar, hepsi o konuda son derece yoldaşça davrandı, emek ve katkısını esirgemedi. Muzaffer Oruçoğlu’nun bütün kitaplarının Babek’te bir araya getirilmesi böyle başlamıştı ve çok da iyi oldu. Günümüzde de faaliyetine devam ediyor Babek; 13’ü roman olmak üzere, Muzaffer’in 30’u aşan kitabını yayımlamaya devam ediyor…
Az önce öğrenmeyle ilgili Muzaffer’in “obur” özelliğinden söz ederken bunun bir başka kanıtının, yerleştiği Avusturalya’daki arayışları olduğunu da söylemek gerekir. Mesela resim-heykel okumakla geçen bir 55-60’lı yaş dönemi var Muzaffer’in, onca yıl dağ bayır zindan hayatından sonra, yani insanın 55’inden sonra yeniden okula gidip yeniden bir şey öğrenmesi o kadar da kolay olmuyor, her ne kadar teknik bir zorunluluk biçiminde başlamış da olsa, Muzaffer’in ısrarı, öğrenmeye doymayan bu yanıdır…
Yeniden edebiyat çalışmalarına dönecek olursak; iyi bir yazar olmadan önce iyi bir okur olmayı bilmek, hayatın muhalif bilgisiyle donanmak, belli bir yetenek varsa, ısrarla emek vermek, birlikte gövdeleşmek, onun ısrarıdır işte. Yani Muzaffer’in üretkenliği, biriktirdikleriyle ilgilidir aynı zamanda ve Muzaffer, aramızda görüp göreceğimiz en özel halk bilgesidir aynı zamanda. Yani onun teorik-politik terminolojiyle de bir sorunu yoktur ama her hangi bir tartışmada, halkın deneyiminden süzülüp gelen bir deyim, bir metafor, hatta bir espri ile bütün tartışmayı soyutlayabiliyor mesele. Hep çok değer verdiğim bir yalınlık ve bilgelik halidir bu Muzaffer’in, öyle…
(…)
Okunuyor Muzaffer, dinleniyor, izleniyor, giderek daha geniş okur/izler çevreleriyle de buluşmuş oluyor ve bunlar onun çoktan hak ettiği gelişmeler zaten. Ama gerek yaşadığı sürgün hayatının uzaklığı, gerekse politik tavrı –şoven yayın/eleştiri çevreleri dikkate alındığında, en basitinden, Karslı ve Terekeme birinin kendisini yekten “Kürdistanlı” diye tanıtması bile yetiyor mesela “uzak” tutuluşuna- nedeniyle edebiyat dünyasının “malum” uzaklığı gibi sayılabilir nedenlerle, edebiyatının hak ettiği yerde olmadığı kanısındayım. Sorun çok okunurluk ötesinde, edebiyatın, eleştirinin içinden gelen mikro-estetik bir tartışma, mesela, daha içeriden bir görme hali, hayır, o derinliğini görmemeyi tercih ettiler…
Bunlar Muzaffer’e söylense yine ince ince güler geçer belki, böyle bir öncelikli derdi olmadığı için, ama bu, emeğinin yeterince görülmemesi anlamına gelmiyordu. Onun etik, estetik, ideolojik ve siyasal saf alışıyla, sahici bir entelektüel vicdan kanıtı olarak kadrinin yeterince bilinmediği kanısındayım. Evet, sahici, alçak gönüllü, gelişmelere ve değişmelere karşı aklını, kalbini, vicdanını, ruhunu örgütleyen bir devrimci olarak Muzaffer, hayatını düşlerine adama, kendini devrim olarak örgütleme, hatta kendinin “tek kişilik örgütünü” kurma haliyle öğretici bir hayat kanıtı olduğunu söylemeye çalışıyorum…
Ya da Can Yücel’in, “yazdığım en güzel şiir hayatımdır” demesine atfen söylemek isterim ki, elli yılı aşan devrimci mücadele pratiği, onlarca kitap, altı ülkede altmışı aşkın resim sergisi, sayısız aktivite ve sayılabilecek daha pek çok ürün kanıtıyla birlikte Muzaffer, en güzel şiirini hayatıyla yazmıştır…
Ezcümle Muzaffer Oruçoğlu benim yoldaşlık tarihimde, öncelikle bir entelektüel vicdandır ve bu çok çok değerli geliyor bana. Bütün gelişmeleri-değişmeleri anlamaya çalışan, anladığı kadarıyla da bunun karşılıklarını hayat kanıtlarıyla; yani politikadır, heykeldir, resimdir, romandır, şiirdir, kadrajı son derece geniş ürün kanıtlarıyla karşılayan bir devrimci hayattır o...
Bu anlamda da sahiciliği ve olmazsa olmazı olan ironisi, halk bilgeliği ve hep soru soran arayışı ile Muzaffer, tıpkı Feridüddini Attar’ın, “her arayan belki bulamaz ama bulanlar mutlaka arayanlardır” dediği insanlardandır. Sohbetin başında söylemiştim ki, bu dünya sanki kimi insanların yüzü-suyu hürmetine döner, diye, Muzaffer benim için o kıymetlerden biridir.
İyi ki var, iyi ki yaşıyor, iyi ki üretiyor, iyi ki komünist ve iyi ki....
Mehmet Çetin
mehmetcetin@hotmail.com
(02.12.2014 tarihinde yapılan görüşmenin çözümüdür.)

 Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 
Ocak-Şubat'16


Hiç yorum yok: