Memo’yu ilk kez, anamın ağlayışını hayal ettiğim
hüzünlü bir ziyaret gününde, demir parmaklıkların arkasında gördüm. Gençti.
Parmaklıkların arasına sıkışmıştı bakışları; merakçıl, berrak, boşluğun akıl
almaz devingen kudretine bakar gibi... Konuşmaya başladığında, dili dikkatimi
çekti. Düzenli kurulan, yalın, pürüzsüz bir dil olarak algıladım onu. Kendi
dilini, çok güzel konuştuğu egemen yasakçı dilin içinde ustaca gizleyip
inceltmiş, zenginleştirmişti.
Sonra Memo gitti, ben kaldım. Merdivenleri çıkarken,
insanın devrimi, hep devirerek değil, bazen devrilerek de yapılabileceğini
düşündüm. İktidarın zirvesinde oturan bir adam canlandı gözlerimin önünde.
Adam, tek kişilik bir devrim yapmaya karar verdi birden. İyi bir lider değildi
herhal. Haddinden fazla dürüst ve kişilikliydi. Kendisini cesurca eleştiren
kitleleri, kendisine tapınan kitlelere tercih etti ve tapınanlar tarafından
devrildi. Koğuşa girdiğimde kulaklarım uğulduyordu. Ranzama uzandım, turna
avazlarını dinledim. Akşama doğru yağmur başladı. Şimşekler, pencere
parmaklıklarına çarptı peş peşe. Parmaklıklar kırıldı, ben firar ettim.
Jandarma kulelerinin ötesinden gelen toprak kokusu, çimento fabrikasının
bacasından maltaya yağan toz zerreciklerinin kokusunu bastırdı. Koku,
bastırıldığı yerden yarıldı. Bir ateş girdi dilime. Ateş de değil, gizil bir
dil. Benim hissedebildiğim ama anlayıp konuşamadığım bir dil. Evreni saran
gizil müziğin dili gibi bir dil.
Yedikol demiri indi sonra. Mahkûm koğuşa girdi.
Devriyelerin teskere türkülerini dinlemeye koyuldum. Karanlık çekildi. Gece
başladı. Koğuş uyku iklimine girdi. Esnedim tatlı tatlı. Derin bir uykuya
daldım. Tahir ile zühre’yi okurken.
Zifiri karanlık içinde buldum kendimi. Yürüdüm, durdum, dinledim. Bir dilin
sesi geliyordu derinlerden; suskun süngü yaralarına , kendi kaynaklarına
çağırıyordu tüm dilleri. Dikkat kesilmiş, hüzünlenmiştim. Ses kesilmiyordu bir
türlü. Korktum, dayanamadım, kaçtım sonunda. Kendi içinde, iç içe matruşka
dilleri oluşturan ve sözdizimlerini sözbozumlarına bir dilin en küçük matruşkasına girdim. Ses
kesildi. Karanlık berraklaştı. Evrenin sonsuz mavi sinesinde kendi ışığıyla
birlikte gezinen ve kendini kekeme ya da lal sözcüklerle kurmaya çalışan bir
dil belirdi yanı başımda. İçinden Memo çıktı. Gözleri küçülmüş, beyninin dil
temelli sol temporal lobunda ise renkleri duyan, ışığı koklayan lirik,
sinestezik bir yığın sözcük çöreklenmişti.
Gördüğüm o düşten sonra, o düşten olsa gerek,
yıllarca yattım cezaevinde. Dört kez firara teşebbüs ettim. En son ve en ciddi
teşebbüsümde Memo vardı. Bol bol firar düşleri gördüm o günden sonra. Hepside
yürüyüş şeklinde. Tek pankart, tek slogan:
“Özgürlüğü olmayan bir dilin karanlıktaki yürüyüşü,
tüm ışıltılar içinde en güçlüsüne , dilsiz bir dünyanın diline doğrudur.
Her firari yürüyüşte Memo, iki ayaklı, küçük ama
cevval bir beyinle; olguları, onları bin bir bağla sarmalayıp kuşatan geniş
yapılardan kopararak kavramaya çalışan bir beyinle yanı başımda. Ne önde yürüyor
bir milim, ne de arkada, mutlak yanı başımda... Fark ettiriyor bana, yalnız
olmadığımı, beynimle firar ettiğimi. Ne var ki yakayı ele veriyorum hepsinde,
adımımı nizamiye kapısından dışarı atar atmaz hem de...
Neyse ki mahpusluğumun on üç yılını tamamlayıp
çıkıyorum. Gitmek istemediğim bir kuruma, askerliğe, kelepçe takıp zorla götürüyorlar.
Gökyüzü genişliyor, kışla dar geliyor bana. Memo’nun sevgilisinin yardımıyla
firar ediyorum kırkıncı gün. Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü sınırdan geçiyorum
karşıya.
Memo, bu kez Almanya’da. Bilinç dışı bir zihinle
kendi uçurumunu kendi içinde derinleştirmeyi sürdürüyor, imge ve metafor
zibilinin ötesinde ışıldayan alametleri izliyor, onlarla kurmaya çalışıyor
şiirini. Rastladığı her taşa meramını anlatan deli bir kadından yaşam dersleri
aldığı için midir nedendir bilemiyorum, şiire meyilli, garip ama güzel kadınlar
dolaşıyor çevresinde. Kafamda Memo’nun düzenlediği şiir şölenleri, kendisine ve
çeşitli şairlere ait kitaplar ve incelikli şiire, menzil-i maksuda ulaşma
gayreti. Yani evrenin duygu dili. Birbirine tecavüz eden sözcüklerin terkibinden
oluşmuş tuaf bir istiare dili.
Ve o dönem, şairler ve güzel kadınlarla birlikte bir
yayınevi kuruyor Memo. Dağıtım şirketlerini ve tüm büyük gazeteleri yok sayan, boykot eden bir
yayınevi. Kitaplarımı basmayı öneriyor bana, Rüzgar ve Gül iklimi içinde güleç.
Muzaffer
Oruçoğlu
Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Sayı: 6
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder