5 Mart 2016 Cumartesi

Memo: Muzaffer Oruçoğlu

Memo’yu ilk kez, anamın ağlayışını hayal ettiğim hüzünlü bir ziyaret gününde, demir parmaklıkların arkasında gördüm. Gençti. Parmaklıkların arasına sıkışmıştı bakışları; merakçıl, berrak, boşluğun akıl almaz devingen kudretine bakar gibi... Konuşmaya başladığında, dili dikkatimi çekti. Düzenli kurulan, yalın, pürüzsüz bir dil olarak algıladım onu. Kendi dilini, çok güzel konuştuğu egemen yasakçı dilin içinde ustaca gizleyip inceltmiş, zenginleştirmişti.

Sonra Memo gitti, ben kaldım. Merdivenleri çıkarken, insanın devrimi, hep devirerek değil, bazen devrilerek de yapılabileceğini düşündüm. İktidarın zirvesinde oturan bir adam canlandı gözlerimin önünde. Adam, tek kişilik bir devrim yapmaya karar verdi birden. İyi bir lider değildi herhal. Haddinden fazla dürüst ve kişilikliydi. Kendisini cesurca eleştiren kitleleri, kendisine tapınan kitlelere tercih etti ve tapınanlar tarafından devrildi. Koğuşa girdiğimde kulaklarım uğulduyordu. Ranzama uzandım, turna avazlarını dinledim. Akşama doğru yağmur başladı. Şimşekler, pencere parmaklıklarına çarptı peş peşe. Parmaklıklar kırıldı, ben firar ettim. Jandarma kulelerinin ötesinden gelen toprak kokusu, çimento fabrikasının bacasından maltaya yağan toz zerreciklerinin kokusunu bastırdı. Koku, bastırıldığı yerden yarıldı. Bir ateş girdi dilime. Ateş de değil, gizil bir dil. Benim hissedebildiğim ama anlayıp konuşamadığım bir dil. Evreni saran gizil müziğin dili gibi bir dil.

Yedikol demiri indi sonra. Mahkûm koğuşa girdi. Devriyelerin teskere türkülerini dinlemeye koyuldum. Karanlık çekildi. Gece başladı. Koğuş uyku iklimine girdi. Esnedim tatlı tatlı. Derin bir uykuya daldım. Tahir ile  zühre’yi okurken. Zifiri karanlık içinde buldum kendimi. Yürüdüm, durdum, dinledim. Bir dilin sesi geliyordu derinlerden; suskun süngü yaralarına , kendi kaynaklarına çağırıyordu tüm dilleri. Dikkat kesilmiş, hüzünlenmiştim. Ses kesilmiyordu bir türlü. Korktum, dayanamadım, kaçtım sonunda. Kendi içinde, iç içe matruşka dilleri oluşturan ve sözdizimlerini sözbozumlarına  bir dilin en küçük matruşkasına girdim. Ses kesildi. Karanlık berraklaştı. Evrenin sonsuz mavi sinesinde kendi ışığıyla birlikte gezinen ve kendini kekeme ya da lal sözcüklerle kurmaya çalışan bir dil belirdi yanı başımda. İçinden Memo çıktı. Gözleri küçülmüş, beyninin dil temelli sol temporal lobunda ise renkleri duyan, ışığı koklayan lirik, sinestezik bir yığın sözcük çöreklenmişti.

Gördüğüm o düşten sonra, o düşten olsa gerek, yıllarca yattım cezaevinde. Dört kez firara teşebbüs ettim. En son ve en ciddi teşebbüsümde Memo vardı. Bol bol firar düşleri gördüm o günden sonra. Hepside yürüyüş şeklinde. Tek pankart, tek slogan:
“Özgürlüğü olmayan bir dilin karanlıktaki yürüyüşü, tüm ışıltılar içinde en güçlüsüne , dilsiz bir dünyanın diline doğrudur.

Her firari yürüyüşte Memo, iki ayaklı, küçük ama cevval bir beyinle; olguları, onları bin bir bağla sarmalayıp kuşatan geniş yapılardan kopararak kavramaya çalışan bir beyinle yanı başımda. Ne önde yürüyor bir milim, ne de arkada, mutlak yanı başımda... Fark ettiriyor bana, yalnız olmadığımı, beynimle firar ettiğimi. Ne var ki yakayı ele veriyorum hepsinde, adımımı nizamiye kapısından dışarı atar atmaz hem de...

Neyse ki mahpusluğumun on üç yılını tamamlayıp çıkıyorum. Gitmek istemediğim bir kuruma, askerliğe, kelepçe takıp zorla götürüyorlar. Gökyüzü genişliyor, kışla dar geliyor bana. Memo’nun sevgilisinin yardımıyla firar ediyorum kırkıncı gün. Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü sınırdan geçiyorum karşıya.

Memo, bu kez Almanya’da. Bilinç dışı bir zihinle kendi uçurumunu kendi içinde derinleştirmeyi sürdürüyor, imge ve metafor zibilinin ötesinde ışıldayan alametleri izliyor, onlarla kurmaya çalışıyor şiirini. Rastladığı her taşa meramını anlatan deli bir kadından yaşam dersleri aldığı için midir nedendir bilemiyorum, şiire meyilli, garip ama güzel kadınlar dolaşıyor çevresinde. Kafamda Memo’nun düzenlediği şiir şölenleri, kendisine ve çeşitli şairlere ait kitaplar ve incelikli şiire, menzil-i maksuda ulaşma gayreti. Yani evrenin duygu dili. Birbirine tecavüz eden sözcüklerin terkibinden oluşmuş tuaf bir istiare dili.

Ve o dönem, şairler ve güzel kadınlarla birlikte bir yayınevi kuruyor Memo. Dağıtım şirketlerini ve tüm büyük  gazeteleri yok sayan, boykot eden bir yayınevi. Kitaplarımı basmayı öneriyor bana, Rüzgar ve Gül iklimi içinde güleç.

Muzaffer Oruçoğlu

Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Sayı: 6

Hiç yorum yok: