16 Kasım 2019 Cumartesi

''Şiir, Sözcüklerin Rüyasını Görmekse''

MEHMET ÇETİN İLE 'KEKEMECE' SÖYLEŞİ
Fadıl ÖZTÜRK / Murathan MURADOĞLU

“şiir, sözcüklerin rüyasını görmekse..” 

fadıl öztürk/murathan muradoğlu:bir yarıgece kapısına dayanıyoruz mehmet çetin’in. düşleri bile kirletilmiş bir dünyada kekeme olmayı anlamak mümkündü de, kekemece’yi bir itiraz diline çevirmek nasıl bir şeydir diye sormak istedik. yalan yok; bir hayatı en yakın siperlerde yaşayanlar olarak anladığımızla kalmamak için, okuyucu kalıp zor sorular sormak istedik. mehmet çetin’in piya şiir kitaplığı’nda yayımlanan kekemece adlı şiir kitabının gördüğü rüyayı konuşmak istedik. sehpada siyah çakmağı, sigarası bir de bir çift gamze duruyordu. bizimse yüzümüzden yaramazlık akıyordu. yarıgeceydi. sorduk. sabaha az kala bir zamandı alacağımızı aldık, üstü başka bir şiire kalsın..

-şiirin veresiye defteri var mı? dünyada memur olmadan yaşamak nasıl bir şey?
-ikinci soruya geçelim; estetik için çok şey söylendi ya, kekemece üzerinden estetik için ne söylersin? ya da estetiğin kekemecesi nedir?

-anlaşılmadı herhalde; hegel yazmadıysa bunu, yani sen yazdıysan ki yazdın, söyle o zaman; bir taamüd durumu yok mu yani?
-bizi konuşturup durma; eylem ifa edilmiştir mi diyorsun böyle susarak?

-eylerin gereği zaten mücellitten çıktıktan sonra yerine getirilmiş, şiirin rüyasındaki gerillalar yazılması gerekeni yazıp yarabere içinde de olsa üslerine dönmüşlerdir mi demek istedin yoksa?


-allaallaah, bütün yanıtları biz verdik ya..


    -şiirinin kekemece’yle evrildiği dil evrenini, bu uğrağı nasıl anlayabiliriz?
    -meçe: "şairin hayatı şiire dahil" demişti c. süreya; şiirimin giderek başka bir dil dünyasına evrildiğini söylerken, hayatım için de bunu söylemiş olmalısınız diye anlamak istedim. daha da ileri gidip o. wilde ya da bizim neyzen tevfik gibi "ben dehamı hayatıma verdim, yazdıklarım sadece yeteneğimdir" demek isterdim. yani hayatımızın dahil olmaya çalıştığı şiirimiz bir yolculuksa eğer, seyirdefterinde sürekli yeni uğraklarla karşılaşmak, bu anlamda başka dil dünyalarına evrilmek biraz da böyle bir şiirin doğasında aranmalı gibi. burda benim kişisel hızım bir kaplumbağanınkinden ne kadar fazladır, bilmiyorum, ama bu serüvende ana vurguyu sahicileşmeye yaptığımız hatırdadır herhalde. bu da, serüvenimizin etik/estetik tercihinin bizzatihi kendisidir. ve böyle bir tercihin asli yönü galiba hep "gitmek"tir; nereye? aradığımız yere! aramak dediğimiz de yüzyıllar öncesinden söylenmiş bir cümlenin sırrı ya da kıssadan hissesi: "arayanlar belki bulamazlar ama bulanlar mutlaka arayanlardır!"


    -yoldaş tedirginliği: veresiye defteri tutmadan düştüğün bu yolculukta kimi zaman bir yara kimi zaman da bir gülümseme olarak taşıdığın bu şiiri, hatta başka şiirler yazdırtan bu şiiri yazmayı, belki giderek yalnızlaşmayı göze aldırtan şey ne olabilir?-
    -kekemece
: bu başka bir şey tabii; gövdemin önemsenebilir hatta hatrısayılabilir kırılmalardan oluşan bir toplam olduğunu düşünüyorum: su kırılması, ışık kırılması, düş kırılması, aşk kırılması, dal kırılması vb. bunca biriken kırılma kendince bir cesareti de edinmiş olsa gerekir. bunu, sadece gölgemde biriken şiire atfettiğim bir rol olarak söylemiyorum; burada kırılmanın –eğilmenin değil ama- evet, kırılmanın biriktirdiği müthiş öfkeye övgü yapıyorum. bunun, kırılmalardan doğrulan insanlarda karşılığı olacağını düşünüyorum. yani kırıldığı yerden doğrulmanın sırrı, büyüsü, sızısı ve öfkesi hissedilir bir şeyse birileri tarafından, bu şiir de onu hissedenler için işliklerden biri olabilir elbette; bu, mazlumların, mağdurların ya da "hayır" deme hakkını ısrarla korumak isteyen kederli bir gülümsemenin ortak kazanımı olarak da görülebilir. doğru mu hatırlıyorum, ritsos; "şiirimizin etiği, yeni yaratıcılar yaratmak olmalıdır" demişti sanki. sonrasında muhtemel bir yalnızlaşma mı? mümkündür ama bunu da kan ila boranda bile "şu dağın ardında ne var acaba" diye öncelikle yola düşene sormalı; insan, yürüdüğü yere gider..


    -gölgesini izleyen ‘gönülsüz köpek’/ mu mu: özel ilgi alanım olduğu için soruyorum; kin var mı bu yolculukta, kin?
-
    -hatıradır, ardına düşer/hüseyin: kin yok ama öfke var. kin ile öfke arasındaki ayrımı burda da yapmakta yarar var. evet, kekemece’de çok açık bir öfke var. altı yaşındaki bir çocuğu mezrasından koparıp yola düşürüyorsunuz; ormanından, ırmağından, çıplak ayak yürüdüğü yollardan, cevizin yeşilinden, kayaların kınasından, sularında birlikte yüzdüğü alabalıklarından, köpeğinden, arkadaşlarından yani o çocukluk rüyasından koparıp.. sonrası sonsuz bir yolculuk; yeryüzünün herhangi bir ücrasından başlayan ya da başlatılan sürgün kadar ağır bir yolculuk! milyar kadar insanın ve diğer canlıların sürgünü, kırılması, kekemeleştirilmesi yolculuğunda kuşkusuz ki biriken böyle bir öfke var. "canı yanandan –ne garip- hala fısıltı bekliyorsunuz" demişti sevgili yücelay sal, böyle bir durum için. daha, ve niye öfke olmasın ki? olmasını değil, olmamasını ahlaki bir düşkünlük olarak anlarım. haa, bu öfkeyi bir farkındalık olarak örgütlemek yolculuğun bir sonraki adımı. kekemece’deki farkındalık mı? ne olsun ki; bu sonuçları yaratan egemenlikçi varoluşlara, egemenlikçi yeryüzü sistem ve kültürlenmesine dair haayli derin bir öfke örgütlenmesi! ama kin değil bu; kin, intikam gerektirir çünkü ve sözü edilen farkındalık böyle bir intikam ilkelliğini hazmedemez. şiirin öfkesi; içine yuvarlandığı, doğurduğu, büyüttüğü ve düş gören yolculuğun gölgesine düşürdüğü bir öfke! bu, insanı ve yeryüzünü teslim almak ve tüketmek isteyen kapitalizme ve her türden egemenlikçi ideoloji/yaşambiçimi ve kültürlenmesine duyulan bir öfke. yani.. öfkemden mi ne, sözü uzun tuttum galiba?

    -kırmızı karınca: bu öfke, yani yeryüzü kekemeleri mi bildiğin her dilden sana bu şiiri yazdırıyor?-
    -meçe:
 öyle olsa gerekir; şiire, hadi ben de bir şiir yazayım diye başlamadığımı biliyorum. tanık olduğum bir acı, onun sarsıntısı, öfkesi ve çaresizliği otuz yıl önce bana ilk dizelerimi yazdırtmıştı. kekemece’nin de şimdi durum olarak görmeye çalıştığıdır bu; yeryüzünde en çok konuşulan dil ingilizce, ispanyolca, çince filan değil, düpedüz kekemece’dir! insan ulusal, cinsel vb. türden kimliğinde, aşkında, dostluğunda, öfkesinde, düş, tasarım ve eylemliğinde, sözün kısası insan kendisine dair hemen her durum ve hissedişini dile getirmekte kekemeleştirilmiştir! bunu görmek, meşru olmadığını söylemek, neden olan eğemenlikçi sistemlere "hayır" deme hakkını kullanmak etik/estetik uzancıdır kekemece’nin, dili döndüğünce bunu söylemeye çalıştı. ayrıca, reel anlamda sadece iki dilde şiir yazabiliyorum; türkçe ve kırmançca.. bazen de edindiğim kimi söyleme biçimleriyle diğer yeryüzü dillerinden kimi sözcük, dize ve sesler katıyorum bu yolculuğa..

    -kitabın adı biraz da bu nedenle mi kekemece?
    -mche: 
denilebilir ama bu adın daha özelde nerden geldiğini hemen söylemek istiyorum; biliyorsunuz, sevgili ahmet telli "kekomeçe" adlı bir şiir yazmıştı benim için, ki kitabın sonsözü aynı zamanda, evet, kekemelik izleği neredeyse bende ilk kitaptan beri var ama kitabın adının "kekemece" olmasını asıl kışkırtan ahmet telli ve bu şiiri oldu. vesile kılarak söylemek isterdim ki; bu kitabın biçimlenmesinde ahmet telli’nin editörel, şair ya da şiir ilgilisi pek çok arkadaşımın (örneğin a. satıcı, b. duman, ö. kızılkaya, n. aday, f. öztürk, a. türkmen, ş. ol, c. demir, özgür, müjde, unuttuklarım varsa bağışlasınlar ama) eleştirel katkısını duyurmamış olmak benim için zulüm olur. bunu, yaratım sürecinden sunum süreçlerine kadar şiirimizin kolektif bir eleştiriden geçişine önemli bir tanıklık olarak da anlamak istiyorum; bir de, yeryüzü kekemelerinin dayanışması olarak..


    -akşamın sokağını toplayıp gelen telaş: şiirinin mimarisinde acayip bir özen var. ütüsüz gömlekle sokağa çıktığın görülmüştür de bir tek şiirinin ütüsüz olarak dergi ya da kitap sayfalarına teşrif ettiği pek görülmemiştir, niyedir?    -meçe: gözlerin ve sesinin tınısı bunu övgü gibi iletse bile, ben bunu eleştiri olarak anlamaktan yanayım. a. satıcı bunu, "giyiminde belki çok dikkatli değil, ama şiirinde çok özenli" diye yazmıştı. olabilir. ama ütüyü bir tarafa bırakırsak; bunun, kendi başıma işaret ettiğim, çok özel bir şiir tekniği ve özeni olduğunu düşünmüyorum. çünkü bu öğrenilen bir şeydir; öğrendikçe kendi dilime tercüme etmeye çalıştığım bir şiir pratiği bu; şiirin imge örgüsü, mimarisi, ana ya da çağrışım imgeleri, morfolojisi, ritmi vesaire vesaire.. bütün bunlar en yakınımdaki arkadaşımdan en uzaktaki bir şiir ilgilisinin pratiğinden öğrenilmiş şeyler olarak görmekte hakkaniyet var. şiir bugün yazılmaya başlanmadı ki! devasa bir birikimi var yeryüzü şiirinin; mesele bizim lütfedip bu ummana eğilip bir bakmamız ve..

    -dil ile oynamayı sevdiğin söylenebilir mi?
    -meçe: 
değil, dille oynamak değil kastım ve dil karşısında haddim de değil bu; belki dille tartışma denilebilir. yani dille tartışarak onu yeniden ve yeniden öğrenme ve anlamlandırma babında bir hesaplaşma bu; biliyorsunuz, türkçe benim sonradan öğrendiğim bir dil, ve dili öğrenmeyi sürdürmek olarak anlıyorum bu tartışmamı; dilin nüanslarındaki saklı olanı, ki bu o dilin sırrıdır kanımca, evet, o nüanslarda saklı olanı bulmaya çalışmak bitip tükenmeyecek bir serüvendir. bin yıllardır dillerin içine doğan ve yine o dillerin içine ölen bu muazzam nüansları düşünür ve şiir yazarak o dilin içinde minnacık da olsa kişisel bir nüans/dil olmayı özlediğimizi görürsek, dille bunca boğuşmanın önemi biraz daha açığa çıkar sanki, değil mi?


    -bu boğuşmacanın okura faturasını dert edinmiyor musun?    -meçe: kekemece’nin itiraz hakkı: sanmıyorum. böyle yaparak okuruna karşı şiir yazmak gibi anlaşılıyor bu, ve bir yanıyla doğru bu ama içinde barındırdığı bir diğer ciddi yanılgıyı da daha baştan tashih etmek gerekiyor; "okurum" gibi bir tanımlamayı reddetmeden, okura karşı şiir yazıyor olmak pek anlaşılır olmuyor kanımca. bu, pek şık değil yani. reddiyeyi en baştan çıkarmak gerekiyor sanki; mülk edindiğin "okur"unu reddettikçe, senden talep ettiği şiiri estetik, düşünsel ve davranışsal uzançlarıyla reddettikçe kendin olmayı, eşitlerden biri olmayı, kendi kişiliğine sahip çıkan bir şiir olmayı mümkün kılabilirsin. diğeri, karşılıklı bir rüşvet alış-verişi gibi duruyor. 

    -kederli sesler geceyi sever/iç: bu, vicdani bir rahatlama gibi gözükmüyor mu?
    -belki. ama şiir aynı zamanda vicdani bir pratik değilse başka nedir ki?

bunu hem etik hem de estetik tutum alış babında söylüyorum. bunu, özgürleşmeyen özgürleştiremez bağlamında söylüyorum. yazılan şiir eğer yazanına karşı bile itiraz hakkını kullanamıyorsa daha en baştan rehin alınmıştır anlamında söylüyorum bunu..

    -böylece, yaygın okunmama ihtimalini de göz almaktan sözetmiş oluyorsun?    -kesinlikle! yazanının güncel talep ve hırsından özgürleşmemiş şiir zaten kendisi olamamış demektir. kendisi olamayan şiir, başkası ya da verili bir talep karşılığında yazılmış şiirdir ki istediği kadar çok okunsun çok satsın, bana sahici gelmiyor. kapitalist piyasanın tutsağı olmakla bunun arasında ne fark kalıyor ki? burda şiirin toplumsallaşması ile kitleselleşmesi arasındaki ayrıma da dikkat çekmeye çalışıyorum. yazdığınız şiirin yaygın okunmasını elbette ki istersiniz ama neye karşılık?

talebin ya da kişisel hırsınızın yazdırdığı bir şiir mi yoksa birikiminizin, imge dünyanızın size yazdırdığı bir şiir mi, sorun buna verilecek yanıtta saklı. diyelim ki kırmançca şiir yazıyorsunuz; kaç kişi okuyabiliyor bu şiiri? hiç denecek kadar az. az okunuyor diye bu dille şiir yazmayacak mısınız? olamaz. bu anlamda şiirin yaratım sürecinden sunum biçimlerine kadar okurun talebi sizi belirlemiyorsa, para ya da şöhret gibi kişisel hırslarınız şiirinizin önünü kesmiyorsa, kendinizi niye çok daha sahici ve özgürleşmiş hissetmeyesiniz ki?

    -özgürleşmeyi çok mu kutsuyorsun ne?
    -özgürleşmeyi kutsamak mı?

sanmıyorum. kutsanmış her şeyin gidip dinde ya da dinleştirilmiş bir ideolojide karşılığını bulacağını az çok bilmenin deneyimiyle, bunun böyle olduğunu sanmıyorum. ama tarihsel bir şiir izleğini sürdürmeye çalışan şiirimiz de özgürleşmenin rüyasını görme pratiği değil mi aynı zamanda?

    

-iyi de fadıl, aynı pratiğin içindeki insanlar değil miyiz ki bu soruları sorup duruyoruz biz?-
aynı pratiğin içinde olmak aynı şiiri yazmak değil ki! yazma süreçlerinde estetik tavrı paylaşsak bile bizim asıl ortaklaştığımız işin etik boyutu, değil mi? hem, mç de giderek yaşlanıyor artık; a. telli’den sonra ona da baba diyeceğiz gibi. o anlamda..

-o anlamdaysa sorun yok; kekemece’de bunun izlenimi var zaten.
derken..

-derken soralım yine; kekemece ne derse desin, pek okur mehmet çetin’den rüzgar ve iklimi ile birağızdan’daki şiirleri bekliyor yine..
    -bu beklentiyi tersten de okumak mümkün; "okur" dediğin böyle yaparak bir anlamda kendi iktidarını kurmuyor mu şair üzerinde? istediği şiiri yazdırtmak gibi..

    -ama meçe’nin şiir serüveninde kekemece bu iktidar koltuğunu hayli sarsıyor gibi; bu, sanki öncekilerden de kopan bir şiir.. iyi ama hep bozup hep kopup gitmekten dünyaya ne kalacak? kimisi saçları aklaşmadan sevilmek ister, kimisi ölmeden önce saçları aklaşsa bile sevilmek ister ve kimisi de öldükten sonraya da kalmak isterken..
    -onu, muhatapları yanıtlasın derim; ben hakikaten ve öncelikle devrimci olmak istiyorum; en genel anlamından en özeldeki şiir pratiğine kadar bu böyle. ilk iki kitabımdaki şiirleri ya da hatıradır, yak bu fotoğrafı ile aşkkıran’daki şiirleri, hatta ve özellikle asmin’i yazmamı isteyen olabileceği gibi hiç yazmamamı isteyen de olabilir. bunların hepsi olabilir ama gerçekten ilgili olduğum bunlar değil; kimsenin duyarlılık ve vicdanını satın almak istemediğim kadar kimselerin de bunu benden istemeye hakkı olmadığını düşünüyorum, her ne adına yapılırsa yapılsın! kimse bana borçlu değil ve benim de kimselere borcum yok! ne kimselere ne de kitaplarıma; minnetim yaşayıp geldiğim hayata, o hayatın düş ve pratiklerine, yaratı süreçlerinden sunuma kadarki etik/estetik tercihlerime, bugünüme, özneleri olmaya çalıştığımız düşümüze, kendimle hesaplaşarak yürümeye çalışmama..

    -yazdığın gibi, konuşurken de sözcüklere özel vurgu yapıyorsun, nedir bu ilişki?-
    -hüseyin: sözcük, bir sözcük mü sadece? ya onun ardındaki bin yılların hayatı? bu anlamda sözcüklerin, sokağa tükürülür gibi kullanımına itiraz hakkı desek buna? şiirden söz ediyorsak; yazdığı şiirdeki her bir sözcüğün rüyasını görmeyenin, yazdığı şiirle ilişkisinin sahiciliği konuşulmaya değer. kendine müdahaleden başlayarak içinde durduğun hayata ve onun diline bir müdahalen yoksa, bunların şiirinde de sözcük olarak dahi tekabüliyetleri yok demektir. olmayınca, evet, yan yana getirdiğin sözcüklerle rahat okunan, popülerleşen şiirler yazabilirsin ama bu verili olanla uzlaşmadır!

sistemle, bu anlamda onun dildeki karşılığıyla varılmış böyle bir uzlaşmayla ancak tüketim ideolojisinin bir efekti olursun, o kadar. bu anlamda, abartarak yinelenebilir ki şiir, sözcüklerin rüyasını görmekse..

    -gecenin bu vaktinde rüya sözcüğü kulağa çok hoş geliyor ama; şiir ne olacak, şiir?
kaldıkça bu dünya karşısında kekeleyerek mi kalacak yani?

    -bir düşe, sevgiliye, yoldaşa, çocuğa, ağaca, dala, ırmağa ya da bir çift gamzenin gülümsemesine karşılıksız sunmaktan başka değişim değeri olmayacak bir etkinlik olarak mı kalacak şiir? bilmiyorum. kalacak mı onu da bilmiyorum ve çok da ilgili değilim bununla; içinde durduğumuz şiir pratiğinin devrimci dinamiği de buradan geliyor kanımca. kalmak gibi bir dert edinmeden çok, yaşadıkça ve yaşandıkça kendisini ifade eden. "buradayım" diyebilen bir şiir.. ötesini bilmiyorum ve şiirin de bunu çok merak ettiğini sanmıyorum. şiirin, mezar taşına ihtiyacı yok; şurada doğdu, şurada büyüdü, şurada öldü gibi.. evet, insanlaşmanın ve doğalaşmanın bir karşılığı olarak bu şiir kekemece de olsa meramını anlatmanın bir yolunu bulacaktır, buluyor. bu şiir, bir açıkyara gibi yaşayan insan ve doğanın düşlerine sızarak, onun hayır diyen sesiyle özgürleşmek istiyor ve onun aşkhali’ni özlüyor, özlüyor..

    -fadıl öztürk/murathan muradoğlu: özlemekle kalmayıp o özlemin ardına düşen şiirin serüveni içinden iyi geceler dedik. başkasının diliyle dünyayı ezberlemektense kendi diliyle kekemeliği bile farkındalığı insanın. ömrümüze yüklenmiş ezberleri bozan ve hayatın her alanında kendi cümlesini kurma zahmetine girenlere her dilden şiirle göz kırparak, iyi sabahlar şiir, demek istedik..

(…)
sehpada yine o siyah çakmak, sigara, bir çift gamze ve bir de ucu kırık bir sustalı duruyordu biz sabaha çıkarken ve sayıklar gibi konuşmasını sürdürüyordu mehmet çetin ve yine gidecek gibiydi;

    -düş yolcusu: atlarım nerede benim. nerede benim atlarım.. 

Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi
Sayı: 16 /2018

Hiç yorum yok: