Mehmet Çetin’in şiirlerini
yeniden okumaya başladım bugünlerde. Elime hemen “Hatıradır, yak bu
fotoğrafı”yı aldım. Mehmet’in en çok sevdiğim kitabı! Bu kitabın bir “gaz
bulutu” olduğu zamanları biliyorum… Kitap yoktu, kitaptaki şiirler de yoktu…
Mehmet vardı!
![]() |
Fotoğraf: Akın Yanardağ |
Mehmet
vardı! İçeriden yeni çıkmıştı. Birinci Piya, Sanat Hareketi, İkinci Piya… Yoksulluğu
filan hiç dert etmediğimiz, çareler ürettiğimiz, cesur ve umutlu zamanlardı…
Yoldaşlık ve kardeşlik günleriydi…
Asmin
“Birinci
Piya” yıllarında Mehmet’in öykü kitabı “Asmin” çıkmıştı. “Öykü kitabı” dense de
şiir gibi bir kitaptı bence. Asmin’i çok sevmiş ve çok etkilenmiştim. O
günlerde Asmin hakkında bir yazı yazmıştım. Yerimiz olursa o yazıyı da bu
yazının arkasına ekleyelim*; sevinirim. Mehmet de sevinir… Aslında hepimiz
sevinebiliriz, göğe bakalım…
Sanat Hareketi
Bakalım:
“Birinci Piya”yı altı şiir kitabı yayınladıktan sonra kapadık. Kapanış
kutlamasını Beşiktaş İnönü Stadı’nda yaptık; bir Beşiktaş maçı izleyerek:
Mehmet Çetin, Nevzat Çelik, Ayşen Türkmen ve ben… Daha sonra Sanat Hareketi
günleri başladı. Bu süreçte ideolojik metinler ürettik: müthiş öğretici bir
süreçti. Tartıştık, öğrendik, dönüştük. Sanat Hareketi, hepimizi değiştirdi.
“İkinci Piya”yı, buradan öğrendiklerimizin üzerine kurduk. Bence en iyi
şiirlerimizi bu süreçten sonra yazdık: Mehmet’in “Hatıradır, yak bu fotoğrafı”,
benim “Ben kulunuz arsenik”, Nevzat’ın “Sevgili yoldaş kurbağalar” kitabı, bu
süreçten edindiklerimizle şekillenmiş kitaplardır…
Kitap kardeşliği
Mehmet’in
“Hatıradır,…” kitabıyla, benim “…arsenik” kitabım, kardeştir. Her açıdan
kardeştir: Aynı zamanlarda, aynı mekanlarda ve aynı iklimde yazıldı. Birbirimizden
alıntılar yapmış, birbirimize göndermelerde bulunmuş, hatta dizelerimize
müdahale edip, değiştirmişizdir… Bu iki kitap “İkinci Piya”nın da ilk
kitaplarındandır: Aynı bilgisayarda dizilmiş, aynı matbaada basılmış, aynı
mücellitte ciltlenmiştir.
Adalya
İki Piya
arası zamanda toplantılar yaptık, evlere sığındık, maç izledik, yolculuklara
çıktık, barlarda içtik, pikniklere, denizlere, grevlere, direnişlere gittik…
Yeni insanlar tanıdık, derinliklerimizi keşfettik, kendimizi bulduk, kendimizi
kaybettik; birbirimizin aynasında kendimizi seyrettik... İşte o günlerin birinde
Antalya’ya gittik Mehmet’le, sigaralarımızı tüttüre tüttüre, sigaranın serbest
olduğu zamanlarda bir otobüsle… Mehmet’in bir walkman’i vardı; yanına da üç beş
kaset almıştı: Dire Straits, Jethro Tull, Eric Clapton filan… Kulaklığın bir
ucu onda bir ucu bende… İstanbul’dan Antalya’ya inmiş, arkadaşlara uğrayıp orda
burda oyalanıp Kaş, Kalkan, Fethiye üzerinden İzmir’e kadar gitmiştik.
Kaş’taydık: Milliyet Sanat dergisiydi galiba! Dergiyi ya bir kafe masasında
bulmuş ya da bir gazete bayisinden almıştık. Dergide, Attila İlhan’ın müthiş
bir şiiri vardı, çarpılmıştık: “… çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü
ayrılanlar hala sevgili…” Mehmet, o yolculuktan “Adalya” diye bir şiir çıkardı.
Adalya, “ben kulunuz arsenik”e de sindi ve arsenik’e kılavuzluk etti… Mehmet’in
Adalya şiiri (ki şiirin tam adı, “adalya, bir daha bitti yaz. ağla”dır),
“Hatıradır, yak bu fotoğrafı” kitabının son şiiridir.
Kaostaki düzen
“Hatıradır,
yak bu fotoğrafı”, 80 sayfadan, üç bölümden ve 28 şiirden oluşuyor. Aslında bu
kitap tek bir şiirden oluşuyor. “Kitap” değil de “albüm” demek, daha doğru
sanki! Pink Floyd’un “The Wall”una benziyor bu kitap… Bu şiirler sesli okumaya
çok elverişli. Rodrigo’nun gitar konçertosu filan fon olamaz bu şiire: Şiirin
kendi müziği var; yer yer kakofoniye dönüşen bir müzik; hayvan böğürtüsünden
çocuk ninnisine, radyo parazitinden çay şıngırtısına kadar her tür sesin
girdiği bir kaos… Kaosu görürsünüz: “Kaos”un bir düzensizlik değil bizzat bir
düzen olduğunu hissedersiniz. Bombalar düşer, biberon kırılır, bir çocuk ağlar,
sonra marşlar başlar ve ardından çocuklar kısa pantolonlarıyla okula gider… Bu
kaosa girerseniz çocukların okula gidişinin nelerden oluştuğunu görürsünüz;
çocukların yürüyüşündeki uyumun, hangi uyumsuzluklardan yapıldığını anlarsınız…
“orda mısın memeet..”
Kitaptaki
her şiirin son dizesi, bir sonraki şiirin ilk dizesi oluyor: Şiirler birbirine
ilmek atıyor: Kitabın senfonik yapısı da burdan geliyor. Kitabın ilk şiiri,
“orda mısın memeet.. memet yaklaş biraz” diye başlıyor… Kitabın son şiiri,
“memet.. orda mısın..” diye bitiyor. Kitap büyük bir tur atıp başladığı yerde
bitiyor. Kuyruğunu ağzına almış bir yılan gibi suskunluğa düşüyor: “Sıfır” gibi
duruyor. Bu “sıfır”ı boyutlandırabilirsek Mehmet’in şiirini daha iyi
açıklayabiliriz. Bu “sıfır”a kartopu diyelim o halde! Kartopu yuvarlanıyor,
“çığ”a dönüşüyor. Çığ, yuvarlanıyor; ne gelirse içine katıyor ve devasa bir
kartopu halinde bir düzlüğe seriliyor. Mehmet, bu “çığ”ın içindedir: Kartopunun
göbeğinde; çığı ilk başlatandır. Yani Mehmet, şiirinin içinde hatta
göbeğindedir. Mehmet’in şiiri çığ gibi akar. Ritmi de bu akış belirler. Şiir;
malzemesini, bu akış esnasında edinir… Çığın yuvarlanması biter; bir düzlüğe
serilir. Mevsim değişir, karlar erir ve Mehmet ortaya çıkar. Mahmurdur,
bahtiyardır… Seslenir kendisine (Ruhi Bey gibi sanki!): “orda mısın memeet..”
Gerçeğin dışı…
“Geleneksel
dili kırma”yı çok çok önemseyen Mehmet, “başka” bir dille yazar şiirini. Çünkü
bilir: Bu dünyanın dışına çıkmak istiyorsak, “gündelik dil” bize yetmez! Onun
şiirlerinde kullandığı dil için “sayıklama” ya da “rüya dili” diyebiliriz. Dil,
Mehmet’in şiirinde “gerçek”in dışına çıkabilmeye yarayan bir araca dönüşür.
Gerçekdışından seslenir; gerçeğin sınırlarını genişletir, gerçeği yeniden
tanımlar. Bilinçdışı da diyebiliriz buna. Oralarda dolaşabilecek cesareti
vardır: Çünkü diline güvenir. O dille tanımlar bilinmezleri!... Ve dili, o derinliklerde
yaptığı keşifler sayesinde daha da zenginleşir. Kübik ressamlar gibidir: Gerçeği
daha gerçek kılmak için gerçeği tahrif eder. Alın size bir tahrifat… “Mı şiir”:
“mı havalanır o kuşlar mı yeni bir aşktan / mı anne olurlar o küçük mavi
kadınlar / mı ölürse erkekler çocuk olurlar / mı o zaman kiraz çalarlar / mı
yeniden haziran olur aykokusu duyarlar / mı mavi olur ırmağa karışıp ırmakkuşu
olurlar / mı bu kan uğultusu içinde birdenbire limonçiçeği”…
Yetmişaltıncı sayfa…
Hadi bi
mavrayla bitireyim bu yazıyı! Önce Mehmet’in şu dizelerini yapıştırayım şuraya:
“…bir de yetmişaltıncı sayfası vardı bir kitabın / managua sıcaklığını yitirmem
vardı aşk gibi / dağlar altına gömülmem vardı son grizuda / yenilgilerden
kalkıp sana gelişim yine / eski çaresizliğim, sevgilim…” (“Ayrılık prelüdü” –
Hatıradır, yak bu fotoğrafı)
Hepimizin
bir yetmişaltıncı sayfası oldu sayende; o sayfayı, kendimizce doldurduk. Evet
Mehmet, açıklamanın zamanı geldi artık. Yıllardır meraktayız. Şahsım ve bu
yazıyı okuyan seksen milyon kişi adına soruyorum: Bahsettiğin o yetmişaltıncı
sayfa, hangi kitabın yetmişaltıncı sayfasıydı ve ne
yazıyordu o sayfada? Lütfen açıkla! Bekliyoruz:))
kültür sanat edebiyat dergisi
sayı: 37, kasım 2019
………..
*Yukarıda sözünü ettiğim ve 1991’de Asmin üzerine yazdığım yazı da bu:
Mağaraların sonu Asmin
Hani mağaralar
vardır, uzun sonsuz mağaralar. Kimseler cesaret edemez o mağaraların sonuna
kadar gitmeye. Belki de bu yüzdendir; bu mağaraların sonu, “binbir gece
masalları”nın sonuna, mücevher sandıklarına, değişik zamanlara çıkar.
Ürkünçtür, büyülüdür o mağaralar. Asmin dediğimiz, öncelikle böyle bir
mağaradır belki. Önüne durduğunuzda çeker; çağırır sizi içine doğru. Bir
serüveni başlatacaksınız demektir bu; Zümrüdüanka eşlik eder size, bir ırmakla
dost olursunuz; sürekli bir ırmak akar ardınız sıra. Bu ırmak kiminde
Acheron'dur, kiminde Styks kiminde Munzur ya da Fırat... her biri yeryüzünü
kendi akışlarıyla tanımlayan Asmin açıklamalarıdır. Mağaranın sonu Asmin’e
çıkar; o doruk çiçeğine; erişilmez çiçeğe.
Mehmet Çetin’in
Ataol Yayıncılık’tan çıkan Asmin adlı öykü kitabında böyle on tane mağara var.
Her öykü, bir mağara ve hepsinin sonu Asmin’e çıkar.
Ne Asmin’e “öykü”,
ne Mehmet Çetin’e “öykücü” demeye, gönlüm elvermiyor. “Rüzgar ve Gül İklimi” ve
“Birağızdan” adlı şiir kitaplarıyla tanıdığımız şair Mehmet Çetin, yeni bir
şiir ve yeni bir dil kurarak şiir serüveninde yeni bir sıçrayışı
gerçekleştiriyor.
Asmin, öyküye ve
öykücülüğe yeni bir tanım getiriyor. Klasik öykü kalıplarını kırıp yaşamdaki
şiiri, düzyazıdaki şiiri bulmaya çalışıyor. Mehmet Çetin, öyküye ve öykücülüğe
getirdiği bu yeni tanımla, aynı zamanda şiire ve şairliğe de yeni yaklaşımlar;
yeni tanımlar getiriyor. Şiir, öyküyü, öykü şiiri tanımlıyor. Muhteşem bir
karmaşa, muhteşem bir düzenlilik. Yıkıcı ve yapıcı; ikisi bir arada; anarşistçe
düzenlilik. Asmin, yaşamın şiirini bulma yolunda roman, öykü, şiir ve tiyatro
tekniklerinin, örnek bir dayanışma sergiledikleri bir alan oluyor. Bu noktada “Sait
Faik'in öyküleri ne kadar şiirse, benim şiirlerim de o kadar öyküdür” diyen
Edip Cansever'i anımsıyorum ister istemez. Ritsos'un “Yaşlı Kadınlar ve
Deniz”i, “Dikkatli Ariostus”u, Adalet Ağaoğlu'nun “Ruh Üşümesi”, Oğuz Atay'ın
“Tutunamayanlar”ı, Mehmet Fuat’ın Haziran ve Temmuz 1991 tarihli Adam Sanat Dergisi’nde
yazdıkları geliyor aklıma.
“Kolay anlaşılmak
değil, anlaşılmayı kolaylaştırmak” gibi bir kaygısı olan ve bunu, daha önce
çıkardığı iki şiir kitabıyla da ortaya koyan M. Çetin, Asmin’de bu tavrını daha
da keskinleştiriyor. Eserinin estetik düzeyinden hiç ödün vermeksizin, popülist
kolaycılığa sapmadan, gerektiğinde dili bozarak, gerektiğinde zamanlarla
oynanarak, gerektiğinde yoğun imgeler kullanarak okuyucuyu anlamaya zorluyor.
Böylesi bir tavır,
Ritsos’un sanatın amacı ve ahlağı olarak gördüğü; “yeni yaratıcılar yaratmak”
yolunda da önemli işlevler üstleniyor. Asmin okuyucuya “yeniden üretme”nin
hazzını veriyor; her okuyuşunda, yeni tadlar, yeni keşifler yapabileceği bir
alan sunuyor. Özellikle, “Unutalım”, “İnsan Dediğimiz Buluta mı Benzer”, “Sufle
Sevgili, Alla Marcia”, “Asmin Dediğimiz Suçlu’dur Şimdi” adlı öykülerde bu
yüksek bir düzeye ulaşıyor.
Mehmet Çetin’in
öykülerinin içinden hep bir ırmak akıyor. Baştan sona bir hüzündür Asmin. Bu
hüzün ki büyük bir zenginliktir; bir ırmağı kollarının arasına alıp
sevişebilmesidir insanın. “Kanın, ateşin ve seslerin böyle cömertçe
kullanıldığı böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde / herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye” diyen Turgut Uyar’ın dizeleri bu yüzden çok yakışıyor Asmin’in girişine.
M. Çetin, “Asmin
dediğimiz Suçludur Şimdi” öyküsünde; “Gecikiyorsunuz. / Ben burada bekliyorum.
Burada susuyorum. Gece başlıyor. Burada birazdan neler olacak... sormayıp
geçiyorsunuz durmayıp geçiyorsunuz / Siz, ölümü ne sanıyorsunuz? Artık, uçurum
değiştiren bir çığlık oluyor Asmin, ki; / Asmin dediğimiz Suçlu'dur şimdi / Vur
emriyle aramaktadır kendisini” diyor.
Gecikmemeyi
diliyorum. Asmin'in bir an önce tartışılmasının, Türkiye edebiyatı ve sanatının
kazancı olacağını düşünüyorum.
Demokrat dergisi Kasım 1991
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder