21 Nisan 2021 Çarşamba

Festival ya da Panayır-Fuar mı? Yoksa Etki Pratikleri mi?: Mehmet Çetin

Festival ya da Panayır-Fuar mı?

Yoksa Etki Pratikleri mi?

Tartışmayı amacına taşıyabilmek için sorunu ilk halinden konuşmaya başlayalım.

Evet, festival’in ‘festivity’den gelen ‘bayram ve şölen’i içerdiğini, panayır-fuar’ın ‘alış-verişin yapıldığı ve belirli dönemlerde kurulan toplu alış-veriş mekanları’ olarak bilindiğini; şenliklerin ise belirlenmiş bir tema üzerinden ‘toplu eğlence’yi ihtiva ettiğini biliyoruz.

Bunların kendi tarihsel yolculukları içinde yeni ve yan anlamlar kazanmış oldukları ya da anlam kaymaları yaşadıkları da bir ortak kabul olsa gerekir. Ancak sorunu tanımlamaların etimolojik kökenlerine yolculuktan çok muhatabı olduğumuz yakıcılıklar üzerinden tartışmaya açmak istediğimiz de hemen anlaşılır olmalıdır. Bu anlamda:

Edinilen kimi verilere göre yıl içinde; en batısından en doğusuna bu coğrafyada 160 küsur festival ve 190 dolayında şenlik düzenlenmiş, yine 80 kadar da panayır-fuar kurulmuş. Anlaşılan, özellikle son 20 yıl içinde ‘memleket’ bir baştan diğer başa festivalleşmiş, bunlar bu süreçte olumlu ve/veya olumsuz anlamlarıyla birer olgu haline gelmişlerdir. Bu gerçeklik karşısında yapılması gereken ilk şey eğer gerçeği olgularda aramaksa, bu şenlik hallerinin kapsam, yönelim ve eldeki kimi sonuçları üzerinden tartışmayı ortaklaştırmamız gerekmektedir.

Toplumsal Sanat Akademileri: Mehmet Çetin


Ewrim Alataş’ın Hatırasına…

Hatırlanabilir; dağların, vadilerin, koyakların bombalandığı, ormanların yakıldığı, doğal yaşamın parçalandığı, askeri-politik amaçlarla ırmakların boğulduğu, maden gerekçesiyle toprakların ağulandığı, binlerce mezra-köyün yakılarak-yıkılarak bölgenin insansızlaştırıldığı yılların içinden geliyorduk… 

İnsanın doğasıyla, doğanın insanıyla buluşturulmasını dert edinen arayışların festival-şenlik formatına gerçekleştiği yıllardı. Hem de “Olağanüstü Hal” koşullarında ve kuşatıcı zulümlere karşı gerçekleşen bu tür buluşmalar, özgürleşme mücadelesine yeni imkânlar sunuyordu.

 O yıllarda devletin gecikmeden yasakladığı, kurucularına cezalar verdiği “İstanbul Dersim Derneği”nin yayına hazırladığı “Dersim” dergisinin bir sayısının kapağında şunlar yazıyordu: “Munzur sadece bir dağ, sadece bir vadi, sadece bir nehir değildir.” Bu, doğasıyla ve doğal yaşamıyla bir “iqrâr” ilişkisi yaşayan Dersimliler için hayati önemdeydi. Ki 1. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’nin çağrısında yer alan, E. Cansever’in ”İnsan yaşadığı yere benzer” dizesi de bu amacı taşıyordu. Çünkü, M. Bookchin’in dikkat çektiği gibi, doğal ve toplumsal evrim arasındaki diyalektik ilişki yeninden kuruluşun, daha eşitlikçi ve özgür bir toplumun hasretinin en önemli imkanı idi. Yani günümüzdeki ekolojik-demokratik toplum arayışının tarihsel referanslardan biri olarak Dersim’e böyle bir atıf yapmak hepimizin boyun borcuydu.

O yıllarda, Munzur festivali’nden Amed Edebiyat Günleri’ne kadar benzeri pek çok etkinlikte birlikte yer aldığımız sevgili Ewrim Alataş, Özgür Gündem gazetesi için bir yazı istemişti. Çünkü söz konusu festival-şenlikler giderek farklı mecralara evriliyor ve “tüketici” nitelik kazanmaya başlıyordu. Yani başlangıç niyetinden öteye savrulan bu eğilimlere karşı toplumsal duyarlılığı hatırlatan bir tavrın dile gelmesi gerekiyordu.

Günümüzde bölgede azalarak da olsa devam eden kimi festival-şenliklere, bu arada 15. yılına giren “Munzur Doğa ve Kültür Festivali” formatına dair de itirazların arttığı bu dönemde, belki yeniden tartışmaya katkısı olabilir diye, “Festival mi, Panayır mı?”* başlıklı o yazıda yer alan “toplumsal sanat akademileri” önermesini hatırlamak gerekiyor.

8 Ekim 2020 Perşembe

Mehmet Çetin: "Taraf olmanın şiirini, öyküsünü, yazısını yazmaya çalışageldim hep."


Varolma biçimlerinden biri olarak tanımlıyorum yazmayı ve okumasız bir yazmayı zaten düşünemiyorum.

Yazarlar ve şairlerle kısa kısa sorular ve yanıtlar içeren söyleşilerimizi sürdürüyoruz. Hızlı sorular, hızlı yanıtlar. Her yazarın dünyasına bir ışık düşürecek söyleşiler. Sorularımızı bu kez şair Mehmet Çetin'e sorduk, kısa yanıtlarımızı aldık.

Hangi yazar, şair veya karakterle bir gününüzü geçirmek isterdiniz? Neden?

Mehmet Çetin: Sorunun bendeki ilk karşılığı Feqiyê Teyran oldu. Neden mi? Kuşların dilini konuştuğu için çok merak edegeldim.

Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anınızı hatırlıyor musunuz? Ne hissetmiştiniz? 

MÇ:  Okumakla ve yazmakla ilgili ilk anılar yok belleğimde ama okumak da yazmak da... sekiz yaşında öğrendiğiniz bir dille yapmak hiç kolay olmadı. Çok iyi şeyler hatırlamıyorum yani.

İlk kitabınızı elinize aldığınızdaki duygu neydi? 

15 Şubat 2020 Cumartesi

“VE ARTIK HAKKIMDA HÜKMÜNÜZÜ VERİN!”: MEHMET ÇETİN


Niçin şu sıralarda bir Rosa Luxemburg biyografisi? Çoğu kişi Rosa Luxemburg’un ismini gerçekten de bilir, ama çağrıştırdığı şeyler belirsizdir – Alman, Yahudi ve devrimci; uzayabildiği kadar uzar.. diye söze başlamıştı P. Nettl, sekizyüzü aşkın sayfa toplamında okura sunduğu Rosa Luxemburg biyografisinde.*
          Haklılıktı.
          İlgili her kişi çevre ya da siyasal örgütlenme, ideoloji/tarih karşısındaki duruş biçimine bağlı olarak bir yaklaşım önerdi Rosa için. Toplumbilimci P.Nettl’in de yaptığı bu; Rosa Luxemburg imgesini kendi kavrayışında biriktirdiği çağrışım imgeleriyle tanımladı, renkli ve zengin anlatımla fotoğrafladı. Bunda kimi tartışılabilir yaklaşım, gösterme ve tanımlama/kategori oluşturmalar bulmak fazlasıyla olanaklı. Ne ki bu ayrı bir tartışma konusu. Şimdi, Amerikalı toplumbilimci P.Nettl tarafından yazılan bu kapsamlı biyografide, Rosa Luxemburg’un  mücadele ve yaşam seyir defteri, şimdiye kadar yeterince bilinmeyen pek çok çarpıcı ve renkli sayfalar toplamı olarak sunuluyor. Öncelikle ve özellikle anlamlı olansa, ideolojik ve tarihsel bir gerekirlik olarak Rosa’nın; kuramcı ve eylemci yaşamıyla durduğu yerde, tanıklığa çağrılan tarihle etkili bir bildiri olarak yine tartışmaya sürülmesi..
          Bu tarihsel bildirgenin yüksek sesle okunmasına gereksinmemiz vardı.
          Gereksinmemiz var çünkü; 1848 Devrimi yenilgisini sorgularken; Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamak.. diyen Engels’in tarihsel önemdeki suflesini; Devrim, nihai zaferin bir dizi ‘yenilgilerden’ geçerek hazırlanabildiği tek savaş biçimidir.. diye üstlenmiş Rosa, ve bu uğurda yaşamını ortayere koyabilen, onu ölümle ifadeleyebilen bir yüreklikti.

26 Kasım 2019 Salı

MENZİLİMİZ MERCAN İDİ…: MEHMET ÇETİN

MENZİLİMİZ MERCAN İDİ…


 “o gümüşî sözlerle zaman söyler bunları/ sular mecrasını dağ gölgesini değiştirdi/
yitik düşler ağırlıyor uçurumda rüzgâr/ öyle, sitem ile minnet arası bir yerde...”

Baktım, meğermiş...
Seçtiğim hayatın bana ‘ev sahibi’ olma imkânı tanımayacağını biliyordum. Beis de yoktu buna dair, yeis de. Ama bir gün, bir evim olacak idiyse eğer, şöyle bir ev olsun, diye, düşlediğim evi anlatıyordum Defness’e. Araya zaman girmiş ve o güne kadar Dersim’i görmemiş arkadaşım ile Munzur Festivali sonrası Ovacık’a ve hatta doğum yerim olan Kurederşi mezrasına da gitmiştik. Yaklaşık yirmi yıl sonra ve artık yıkık da olsa, doğduğum eve bakmaya gitmiştik ve ben yıkıntılar arasında çocukluk anılarımı ararken, arkadaşım, “şimdi anladım” demişti; “sen, düşlediğin evi anlatırken, düpedüz doğduğun bu evi tarif etmişsin, bakar mısın..?”

Baktım, meğermiş…
Bir yamaca kurulmuş mezranın evleri ovaya, Ovacık’a, Munzur’a ve Mercan’a bakıyordu. Büyüklerimizin yüzlerini dönerek önce ‘der u cîran’a, ‘theyr u thûr’a, ‘dar u ber’e, ‘hewta u di milet’e, en sonunda da kendilerine iyilik diledikleri sabah güneşini ilkin Munzur ve Mercan dağlarında görürdük. Öğlen vaktini ya da ikindiyi, o dağlardan uzayan gölgelerden bilirdik. Şairin ‘göğe bakma durağı’ diye tanımladığı yer bizim için sıra sıra Munzurlara omuz veren kardeş Mercan dağlarıydı. Oradan ötesi ‘yasak mıntıka’ydı artık; yasak...

17 Kasım 2019 Pazar

HERMENİ: Mehmet Çetin

Dersim’de, Ovacık’ta..
7. Munzur Kültür ve Doğa Festivali dolayımıyla bir hafta kadar Dersim’de kalıyorum. Kalmıyor, kadim arkadaşlarımla dağ-nehir Dersim’i geziyorum. Hasret dinmiyor. Oysa kışın da dağ-nehir-kar dolaşmıştık yine biz buralarda: MASAP’ın organize ettiği ve belediyelerimizden derneklerimize, ilgili her çevrenin katkısını kendince esirgemediği Dersim Kış Günleri’nin ilk etkinliği için de bir hafta boyunca dolaşmıştık Dersim’i; klamlarımız, şiirlerimiz, değişik dillerimizle. Sevgili Hrant Dink’e adadığımız ve biraz da bu nedenle Dersim ve Ermeniler meselesine özel vurgu yaptığımız bu etkinliklerin Ovacık uğrağında Firik dedemizi de ziyaret etmiş, yüzyıla karşı söylediği klamları dinlemiştik onun ‘tarikat sırrı’ dediği bilgeliğinden. Bu yaz aramızda değildi artık ama Munzur Gözeleri’nde bu kez onun adına gerçekleştirdiğimiz divandaydık..

16 Kasım 2019 Cumartesi

''Şiir, Sözcüklerin Rüyasını Görmekse''

MEHMET ÇETİN İLE 'KEKEMECE' SÖYLEŞİ
Fadıl ÖZTÜRK / Murathan MURADOĞLU

“şiir, sözcüklerin rüyasını görmekse..” 

fadıl öztürk/murathan muradoğlu:bir yarıgece kapısına dayanıyoruz mehmet çetin’in. düşleri bile kirletilmiş bir dünyada kekeme olmayı anlamak mümkündü de, kekemece’yi bir itiraz diline çevirmek nasıl bir şeydir diye sormak istedik. yalan yok; bir hayatı en yakın siperlerde yaşayanlar olarak anladığımızla kalmamak için, okuyucu kalıp zor sorular sormak istedik. mehmet çetin’in piya şiir kitaplığı’nda yayımlanan kekemece adlı şiir kitabının gördüğü rüyayı konuşmak istedik. sehpada siyah çakmağı, sigarası bir de bir çift gamze duruyordu. bizimse yüzümüzden yaramazlık akıyordu. yarıgeceydi. sorduk. sabaha az kala bir zamandı alacağımızı aldık, üstü başka bir şiire kalsın..

-şiirin veresiye defteri var mı? dünyada memur olmadan yaşamak nasıl bir şey?
-ikinci soruya geçelim; estetik için çok şey söylendi ya, kekemece üzerinden estetik için ne söylersin? ya da estetiğin kekemecesi nedir?

-anlaşılmadı herhalde; hegel yazmadıysa bunu, yani sen yazdıysan ki yazdın, söyle o zaman; bir taamüd durumu yok mu yani?
-bizi konuşturup durma; eylem ifa edilmiştir mi diyorsun böyle susarak?

-eylerin gereği zaten mücellitten çıktıktan sonra yerine getirilmiş, şiirin rüyasındaki gerillalar yazılması gerekeni yazıp yarabere içinde de olsa üslerine dönmüşlerdir mi demek istedin yoksa?


-allaallaah, bütün yanıtları biz verdik ya..


    -şiirinin kekemece’yle evrildiği dil evrenini, bu uğrağı nasıl anlayabiliriz?
    -meçe: "şairin hayatı şiire dahil" demişti c. süreya; şiirimin giderek başka bir dil dünyasına evrildiğini söylerken, hayatım için de bunu söylemiş olmalısınız diye anlamak istedim. daha da ileri gidip o. wilde ya da bizim neyzen tevfik gibi "ben dehamı hayatıma verdim, yazdıklarım sadece yeteneğimdir" demek isterdim. yani hayatımızın dahil olmaya çalıştığı şiirimiz bir yolculuksa eğer, seyirdefterinde sürekli yeni uğraklarla karşılaşmak, bu anlamda başka dil dünyalarına evrilmek biraz da böyle bir şiirin doğasında aranmalı gibi. burda benim kişisel hızım bir kaplumbağanınkinden ne kadar fazladır, bilmiyorum, ama bu serüvende ana vurguyu sahicileşmeye yaptığımız hatırdadır herhalde. bu da, serüvenimizin etik/estetik tercihinin bizzatihi kendisidir. ve böyle bir tercihin asli yönü galiba hep "gitmek"tir; nereye? aradığımız yere! aramak dediğimiz de yüzyıllar öncesinden söylenmiş bir cümlenin sırrı ya da kıssadan hissesi: "arayanlar belki bulamazlar ama bulanlar mutlaka arayanlardır!"