Mehmet Çetin ile söyleşi / Hüseyin Şahin
“Taşlarda ne saklı değil ki! Bilmiyoruz! Bilemiyoruz henüz... Kendi iktidar hırsıyla doğayı ve doğadakileri temellük eden ve giderek de tüketen egemenlikçi insanın bunu anlama ve açıklama şansı yok...”
Uzun yıllardır hem Türkçe hem de anadili Kirmançkî ile yazan Mehmet Çetin’in ‘Taşa Hatıra’ adlı yeni Türkçe şiir kitabı ile, 20 yılı aşkındır anadiliyle yazdığı şiirlerden seçilmiş ‘Surêdar’ adlı şiir kitapları Sur Kitaplığı’ndan çıktı. Çetin’in Kirmançkî yazdığı ‘Surêdar’, 20 yılı aşkın yazma serüveninden izler taşıyor. “Taşa hatıra kalan Haziran’a’ adanan kitap ‘rüya, taşa hatıra: heyya dedim” dizesiyle başlayan ‘Taşa Hatıra’ ise doğanın ve doğadakilerin birbirleriyle muhabbet mecralarında seyrediyor, hatırlıyor ve hatırlatıyor. Mehmet Çetin ile ‘Taş Hatıra’yı konuştuk.
-Hüseyin Şahin: İki şiir kitabın; ‘Taşa Hatıra’ ve ‘Surêdar’ birlikte yayımlandı. İçtenlikle kutluyorum, ama Kirmançca bilmediğim için, Surêdar’a dair bir şey diyemeden, Taşa Hatıra’ya üzerinden sohbet edelim dileğindeyim. Her ne kadar yine yirmi yılı bulan serüvenin şiirleriyse de, özellikle yakın dönem şiirlerin yeni mecralara, yeni ‘muamma’lara işaret ediyor. “Fırat ile Dicle’nin bacak arasından / doğmak hayata ne muamma: ama” dizleriyle başlayan Taşa Hatıra gibi sorsam ben de, nedir bu muamma?
-Mehmet Çetin: Sahi, nedir bu muamma? Kelimenin Arapça olduğunu, ‘bilmece.. yanıltmaca.. anlaşılmaz iş..’ gibi karşılıkları olduğunu esas alıp da, bizlerin kaderine ve kederine baktığımızda, bu muammanın kapıları az-çok aralanıyor gibi. Çok değil, yakın tarihe baktığımızda bile, Fırat ile Dicle’nin kolları-bacakları arasından hayata doğan onca kadim halkın nasıl bir aldatılmayla karşı karşıya bırakıldığını görmek fazlasıyla mümkün. Yakın dönemde dillenen ‘açılım’a da atıf yapılabilir burada, değil mi? Yani insan görmeye, anlamaya başladıkça; kaderimizin ‘zamana yani dağa uza mecrasında’ biçimlendiğini, bunca olup-biten, bunca olagelen şeyleri gördükçe, kaçılmaz bir hatırlama işte! Ezcümle; yazmaya çalıştığımız şiir, kendi serüveninde belki yeni bir uğrağa işaret ediyordur, ama bunun şiir estetiğiyle sınırlı olmayan yanı, ‘Fırat ile Dicle’nin kolları-bacakları arasında olup-bitenlere estetik tanıklık çabasıdır da. Bu, bir tarih okumasından çok, şiirin olanaklarıyla buradaki hakkaniyeti hatırlama ve hatırlatma çabasıdır, biraz da. Nitekim, o şiirin final dizeleri olan ‘ah yıldızını bilmez müneccim, bak/ kayıp sualini de gölgeliyor zaman’ dizeleriyle, bize dair de böyle bir hatırlama çabası saklı...
-Taş, sessiz ve sitemsiz sanılıyor ve biraz da bundan mı, insanı yürekten ele geçiren imgenin de vesilesi oluyor sonunda; doğaya bağlanışın sırrı sarıyor insanı. Xızır’ın nefesi mi saklı peki bu taşlarda?
-Taşlarda ne saklı değil ki! Bilmiyoruz, bilemiyoruz henüz. “Bağdat’ta taş utancından çatlamak üzere” demişti Adonis. Ama taş, nasıl çatlar ki utancından? Bunu pozitivist bilim değil, kadim hafıza ya da şiir söyleyebilir ancak. Xızır’ın nefesi mi saklı o taşlarda, onu da bilemem ama özellikle Raa Haqi geleneğinden gelenlerin iyi bildiği bir haldir ki, kimi taşarları kutsama dolayımıyla kendi kutsallarına minnetlerini bildirirler. Dahası, sadece bu gelenekte değil; semavi dinler ya da pozitivizm, ‘mutlak doğru’suyla insanı tutsak almadan önce bütün bir insanlık, henüz yabancılaşmadığı doğasındaki varlıklarla, dolayısıyla taşla da böyle bir ilişki içinde olmalıydı. Kendi iktidar hırsıyla doğayı ve doğadakileri temellük eden ve giderek de tüketen egemenlikçi insanın bunu anlama ve açıklama şansı yok. Dolayısıyla bu egemenlerin gabr başındaki taşın ‘bittin sen ey insan’ hatırlatmasını da, ‘taş yok mu taş’ hatırlatmasıyla geleceklerini savunan çocukları da anlama şansı yok. Çünkü “Alişér efendi ile Zarife xatun olur da/ kanarım bébext bıçağıyla, mağaramda/ taş olur gitmem ama, dağımdan öteye” tavrındaki taş kalma halinin, günümüzde en özel anlamının, çocuklarımızın ellerindeki taşlarda saklı olduğu kanısındayım.
-Vaktinden önce hatırlatan bir iç sesi, sözü de var şiirin; nasıl gelinildi buralara? Yani kederle örülmüş bir şiirin var, ama ağlamaklı bir çocuğu balkona çıkarıp, yıldızlarla, uzaklarla da tanıştıran bir şiir...
-Vaktinden önce büyütülürseniz, sözünüz de böyle bir mecraya akar, doğal olarak. Yani, esasen sezgisel bilgiyi yurt edinmiş şiirin zaten böyle bir olanağı ve hatırlatıcılığı var, ama o şiiri yazan da hayat kanıtıyla böyle bir süreçten geçip geliyorsa. Sanırım şunu demeye çalışıyorum; içine doğduğunuz anadille, içinde büyüdüğünüz doğa, bütünlüğünüzü az-çok koruduğunuz bir dünyaydı. Sonrasındaki dayatma ve zulüm ve kekemeleştirme ile tam bir parçalanmadır yaşanan. Böyle bir durumda şiir, yine o çocukluğu yurt edinip, egemenlerin henüz işgal edemediği, burada söze parantez açıp ‘henüz’e dikkat çekmek de gerekiyor sanırım. Çünkü o uzaklar da tıpkı doğamız, dillerimiz gibi yok edilme tehditiyle karşı karşıya. Evet, o uzakları yakın kılma, iyimserliği hayatımıza çağırma, olan-bitene estetik tanıklık çabasıyla şiir, politika ya da benzeri ‘pragmatik’ pozisyon alışlardan farklı olarak, bir uzak doğu deyimiyle söylenecek olursa, güneşi gösteren parmağı görmekle yetinmez, onun işaret ettiği güneşi görmeyi önceler; gözlerinin yanması pahasına. Bunun sonrası belki kederdir ama insanlığın egemenlik tarihinde hatırlanması da, hatırlatılması da gereken bir durumdur ve şiirimizin payına düşendir..
-Sadece kederlerin ya da taşların yok; bir de renklerin var; mesela eflatun..
-Hayat tv’deki sohbetimizde sevgili Tevfik Taş da sormuştu bunu. İsabettir ki bu soru esasen şairlerden geliyor. Yani şiir yazan, hayatı şiirin dili ve olanaklarıyla anlamaya çalışan biri olarak sana da sorsam; mesela yüzlerce Kürt çocuğu, senin de ondört yılını verdiğin zindanda yine. Niye? Taş attılar değil mi? Bu nedenle öldüler, kolları kırıldı vb. Neden? Herhalde sadece ekmek ya da su istedikleri için değil! Zazakî-Dimilkî ya da Kirdkî olarak da adlandırılan Kirmançkî benim anadilim. Bu anlamda Kurmancîyi çok iyi bilmiyorum, ama kitapta dama çıkan Harranlı çocukların “nan nexwazim aw nexwazem ez eflâtın...” derken de bunu demeye çalıştıklarını düşünüyor şiir; evet, belki ekmekten de, sudan da çok çocuklarımız ‘eflâtın’ istiyor. Bu bir hakikat ise; şiirin tanıklığı ve iyimserliği ‘eflâtin’in üzerine olsun!..
Mehmet Çetin:
Yazar-şair Mehmet Çetin, 1955, Dersim doğumlu. 12 Eylül döneminde politik faaliyetleri gerekçesiyle sekiz yılı aşkın bir süre cezaevinde kaldı. Rüzgâr ve Gül İklimi’ ile ‘Birağızdan’ adlı şiir kitapları henüz cezaevindeyken yayımlandı. Bunları; ‘Asmin’ adlı öykü kitabı ile ‘Hatıradır, Yak bu Fotoğrafı; Aşkkıran; kekemece; pûşpera Gêlezan-Kirazların Haziranı (Türkçe-Kurdi); Surêdar (Kırmançca) adlı şiir kitapları ve ‘Atımı Bağladım İğde Dalına’ adlı lirik yazılar kitabı izledi. Şiirleri kimi dillere çevrildi ve farklı müzisyenlerce bestelendi. Çeviri ve editörel etkinliklerini de sürdüren Mehmet Çetin, Amsterdam’da yaşamakta ve yazmakta.
25 Eylül 2009, Özgür Politika
http://www.mehmetcetin.info/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder