19 Aralık 2013 Perşembe

Sunu: Ütopiya'03

ses ayarı; jû.. tû.. drie.. dört: düm teka düm tek!

evet, bu bir amentû değildir!

     Avrupa'daki diller kaosunu bir 'diller şenliği' olarak anlamlandırmak isteyen mevsimlik yazın/sanat kitabı ütopiya, öncelikle türkiye ve kürdistan kökenli yeni avrupalıların yazın/sanat uğraşlarının bir ifade aracı olsun istiyor.

     avrupa ütopiya insiyatifi tarafından yayıma hazırlanan bu dergi, doğal ki kendince bir etik/estetik tercihe de işaret etmiş oluyor. diller arasına sıkıştırılmış öznelerini daha yaratıcı kaygı ve arayışlara kazandırmak isteyen ütopiya, mevcut yazın/sanat gerçeğini görüyor.. bunun bilinmesini istiyor: mevcut olguyu yeni bir konseptle karşılamak için yola düşen ütopiya biliyor ki; bu yolculuk yeni ve ilk değil; ütopiya'dan önce de pek çok yazın/sanat pratiği bu sancı ve sıkışmayı yaşadı, yaşıyor. edinilen bu entelektüel deneyim, öncüllerden öğrenilenlerdir. edinilmiş bu muhalif birikimle arzulanan da; avrupa'daki egemen dillerin kıyısında yaşayan ama ana dillerinde yazan/yaratanların, yeni bir yazın/sanat buluşmasını gerçek kılmalarıdır.

ufukları gözle

göçer çadırı kan yeri bu güz vakti
uykusuz dağları saran kederli izler
konuğun bir su damlası, yaylanıza sığınmış
sayrıdır, sayıklar sevdiğini elleri tetik
aşk vakti

sürgünler senden kimlik edindi delalım
şafaktır, uyandır soykırım tarihinden
yüreğini; o yaralarını kızlarını oğullarını
ufukları gözle, ekmek ve tuz koy çantaya
yol vakti

artık uyandır tarihi bu soykırım sağnağından
çağır türküleri menekşe etekli dağlardan
dağılsınlar direnmenin safına, ışkınlar boy versin
delalım, bu konuğun gülüşünden der yarını
tan vakti


Mehmet Çetin

Not: Bu şiir, Temmuz - Ağustos 1987 Yıl-Sayı Gerçek Sanat Dergisi'nde yayınlanmış. Biz de dergiyi karıştırırken denk geldik.

10 Aralık 2013 Salı

Ütopiya için sunu

Mevsimlik hayat bilgisi kitabı  olarak ütopiya, öncelikle onu yayıma hazırlayanların kendileriyle ve benzerleriyle buluşma aracı olarak özleniyor. bu özlem, içine doğulan tarihsel kuşatma koşullarında daha da koyulaşıyor. 
egemenlikçi ideolojiler ve yaşam biçimleri, örgütlenmelerden ve kendisinden çözülmüş bireyi teslim almakla kalmıyor, onu kendisinin bir üreticisi haline getiriyor. sistem, bütün olanaklarını kullanarak kendi sunumu dışında bir seçeneğe yaşam hakkı tanımıyor. böylesi saldırılar karşısında ütopiya öncelikle, anlamaya çalıştığı süreçte biriktirilenleri paylaşmak, ortak eleştirinin nesnesi kılmak ve içinde durduğumuz tarihsel/toplumsal/bireysel koşulları anlama ve -olanaklı oldukça- yeniden anlamlandırma çabası olarak tartışma alanında olmak istiyor.
ütopiya, kendisini neye karşı örgütlemek istiyor? verilmiş, öğretilmiş ve dahası dayatılmış ‘hayat bilgisi’ne karşı; onun sistem olarak örgütlenişine, ideolojik hegemonyasına, ritüellerine, sembollerine, estetiğine, politikasına ve politika yapma biçimine, yeryüzünü tutsak aldığı tüketim ideolojisine, vicdan satınalan ve ölümü alkışlatan ya da sayfalarına aldıklarını maymunlaştıran medyasına ve onun terörüne, sistemiçi kıldığı muhalifleri üzerinden kendisini yeniden üretmesine, yaşamın devrimcileştirilmesinin önündeki anlayışlara ve bir bütün olarak sistemin günlük hayat içerisinde insanı göbek bağından kendisine bağlarcasına teslim almasına.. insanın elinde kalan ‘hayır!’ hakkını kullanmasını unutturmaya.. 

8 Aralık 2013 Pazar

Aydınlık Sorgular: Özgür Düşün

Mehmet Çetin
Aydınlık Sorgular
Zorunlu ön açıklama: Özgür Düşün'de sürdürülen 'soruşturma'ya yanıtlarımızın gecikerek gelmesinin nedeni bizatihi kendimiziz. Yani, arkadaşların ısrarla takip etmelerine karşın yanıtları zamanında iletememiş olmakla 'aydın sorumluluğumuzu zamanında yerine getirmediğimizi en baştan ve peşinen beyan etmek isteriz. Ancak..
1- "Ben aydın değilim": ...ancak dediğimiz yerden başlayarak ilk sorunuzu yanıtlamaya çalışalım: uçurumun öte yakası olarak tanımladığımız elli yaş sınırda bir insan olarak, şu ana kadar kendimize sanırız hiç 'aydın' demediğimizi en baştan söyleyelim. Bu tutum başlangıçta belki sezgiseldi ama doğru ya da yanlış, hayli zamandır farkında bir tavır alışı içerdiğini söylemeliyiz. Kendisine hemen hiç 'aydın' dememiş birinin 'aydınlara dair bir soruşturmanın muhatabı kılınması ne derece doğru bilmiyoruz ama söz hakkı tanıdığınıza göre kimi yaklaşmalarımızı paylaşmak isteriz.
Böylece, 'aydın kimdir' in bizde ve kanımızca çağda da ilgiye değer bir karşılığının olmadığım da söylemiş oluyoruz. Evet, bunun da algı sürecinden başlayarak, kavrama ve kavramlaştırma süreçlerinde, farklı bir tarih okumasında ve nihayetinde de bir zihniyet dünyası meselesinde saklı olduğunu ve bu anlamda tam da Batı-Merkezci bir yaklaşım olduğunu görmemiz gerekir diye düşünüyoruz. Avrupa-Merkezci zihniyet dünyasının ürettiği kavram ve dayatmalardan kopuşu yaşayamıyor oluşumuz, soruyu tersten okumamıza pek olanak tanımıyor. 'Aydın' , aydınlanma çağı ve sürecine karşılık düşen sosyo-toplumsal ve tarihsel bir tekabüliyettir, 21. yy.ın sorunu olmaktan da çıkmaktadır, o kadar!

26 Ekim 2013 Cumartesi

Hükümran İnsan Türcüdür, Irkçıdır, Cinsiyetçidir!: Mehmet Çetin

“.., bitkilere ve hayvanlara revâ görülen muamele, uygarlıklar düzleminden 
bakıldığında, insanlar arasındaki ilişkilerin de kriteridir.”  Ulus Baker
Dağların, Kurdun-Kuşun Rızkı
Çocuklarının ardı sıra iz sürüyordu anne.
Veli’yi zaten göremiyordu. Toprağa armağan kaldığını da göremedi. Ama yılları bulan politik faaliyet ve cezaevi yaşamından çıkıp gelen diğer oğlu Kamer yaşıyordu. İstanbul’daydı.
Uzun yıllar sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan çocuklarından Musa da nihayet Türkiye’ye gelebiliyordu artık ve o da İstanbul’daydı. Kısa bir süre için anne de İstanbul’da. Sürgündeki diğer oğlu yurduna dönemiyordu hâlâ ama onunla ‘bırae exretê’ olmamızdan mı, kendisini görme isteğim gibi, anne de beni görmek istemişti.
Kelaynak’tayız: Anne, Musa ve Kamer ile.
Anne, sözü hangi cümlede gezdirirse gezdirsin, getirip ‘ben köye gitmek istiyorum’ da noktalıyordu. Bunu yaparken, çocuklarının itirazına karşı, Necati dolayımıyla olacak, aileden biriymişim gibi benden de destek bekliyordu. Ben de haddimi bilip susuyordum ama uzayan o, ‘ben köye gitmek istiyorum’ ısrarından sonra annenin susup kalmasına katlanamayan Kamer, biraz da sinirlenmiş gibi yaparak; ‘ne var köyde.. kim var.. neyimiz kaldı.. gidip ne yapacaksın orada?’ dediğinde, anne; ‘gidip bostan ekeceğim’ diyordu. Kamer, 70’i aşan yaşıyla annenin orada yaşamakta zorlanacağı kaygısıyla sinirleniyor:

19 Ekim 2013 Cumartesi

'Birağızdan' sevinmek gerekiyor: Sezai Sarıoğlu

TEORİDE ALAYLI PRATİKTE MEKTEPLİLERE REDDİYE YA DA MEHMET ÇETİN

''ağzına söz şiir, yürek dersen ateşkessiz
aşak ve incelik neredeyse sen hep ordasın
ordasın: döğüşken ömrün onurunca... orda''
                                                              M.Çetin

     83'sonrasında sanat-kültür alanına ve özellikle de edebiyat şiir alanına  sosyalist öznelerin kitlesel yönelimini yaşadık. Radikal bir tarih içinden geliyorlardı. Bir yığılma, arayış, yüreğin, öfkenin, niceliğin apar topar karaya vuruşuydu bu. Naifti, doğaldı... Gözükara ve pervasız bir kıvamdaydılar. Dağarcıklarında birazcık teori, daha çok koşarak yürünen dar pratikçi bir tarih içinden geliyorlardı. Birikmiş sözleri vardı söylenecek. Gecikmeler coğrafyasına, ağızları dolu dolu estetize edilmemiş bir söylemle geldiler...
     Şimdi güncelliğin içinde aynı uğrağın bir başka noktasındayız. Bir durulma, mayalanma ve yetkinliğe sıçramanın 'gerilimini' görmek mümkün. Nicelikten niteliğe, geçicilikten kalıcılığa doğal ve kendiliğindenlikten örgütlülüğe doğru bir sancıdır durulmanın içindeki olgu. Öyleyse güncel uğrak ve gelecek yıllar heveskârlıktan, sosyalist sanatçı olmaya evrilmiş öznelerin eni-konu savaşımına tanık olacak..

Cezaevinden firar eden şiir: Yurdagül Erkoca

Enver Gökçe Şiir Ödülü, 7 yıldır hapiste yatan Mehmet Çetin'in / Yurdagül Erkoca

1  Eylül 1981'den bu yana Kayseri'den Konya'ya, Malatya'dan İstanbul'a, Bursa'ya uzanan bir hapislik serüveni yaşıyor Mehmet Çetin. Ama bu cezaevi serüvenine bir de şiir serüveni eşlik ediyor. ''Birağızdan'' adlı dosyasıyla Enver Gökçe Şiir Ödülü'nü alan Çetin, 9 ay sonra dışarıda olacak.

     Enver Gökçe Şiir Ödülü hapisteki bir şaire verildi bu yıl. 1 Eylül 1981 terihinden bu yana ülkenin çeşitli cezaevlerini dolaşıp duran bir şaire: Mehmet Çetin'e. Çetin ödülü ''Birağızdan'' adlı dosyasıyla aldı.
     Önce Kayseri Zincidere, ardından Konya Dutlukır, sonra Malatya Yeşilyurt, derken İstanbul'da Metris ve Sağmalcılar cezaevleri ve nihayet Bursa. Bursa Özel Tip Cezaevi, Tam tamına yedi yılını tüketmiş cezaevlerinde Mehmet Çetin daha dokuz ay yatacağından gayrı.
     Çetin'in ilk kitabı ''Rüzgâr/Ve Gül İklimi'' 1988 martında Belge Yayınları'ndan çıkmıştı. Şiirlerinde alışıldık cezaevi imgelerine pek rastlanmayan, didaktik değil, lirik bir anlatımı yeğleyen Mehmet Çetin'i o günlerde, yani cezaevlerinde henüz ''1 Ağustos Genelgesi''nin terörü esmezken ziyaret etmiştik. Bir açıkgörüş günü Bursa Cezaevi'nin avlusunda şiiri üzerine söyleşmiştik.

15 Ekim 2013 Salı

dünyanın yalnızlığına üzüldüğüm için

bu hep acemi hep acem çocuk
dünyanın yalnızlığına üzüldüğü için yazdı
                                                   yazdı az ilerinizde kürt olup yollarda ölen kalbine ay düşen
ve ansızın iç çeken biraz hüzünlendi diye izmir'i
düpedüz yakmak için
                          için için söyledi bir aşkı ve dünyanın üstüne çıkıp ağladı
insanları kaybolmuş kentlerden sözetmek için öylece düşmüştü dünyanın orta
yerine ve görmediği insanların direnen yüzü için yazdı
                                                                     görmediği insanların direnen
yüzü için yazdı bir kentten bir kente taşınırken çünkü çocukluğu öğrendi
hiç aklından geçirmezdi ama yazdı bu hep acemi hep acem çocuk bir kentin ortasında
../o tarihten kalmış bir suyun kıyısında bir hüznü söylemiş hep eksilen şeyleri durmadan
ve döndü sol yanına ki giyotin parçalanmış ip kırılmış sepha devrilmiş mi durmadan lorca'yı düşündü
yığınlarla insandı kalbi hiç kimseye hiçbir şey söylemedi başka
                                                                  başka bir şey söylemek istemedi
yasal değildi bu aşk gül kardeşim sen sağol kardeşim sen sağol kardeşim eşkiya güzelliğini sal yurdumun üstüne demekten başka
                                                                  dünyayı öylece anımsamak için
çiçekler saksılara tutsak olmak istemediği için. 
                               yazdı o güzel kan sıçramasın tarihe. artık kan sızmasın
diye kırmızı kelebeklerin konduğu bir güzel yüzün şakağından. o yüzü ilk öptüğü yerde durmak için.
durmadan orda durmak için. güvercin yaralarını sarmak ve
bir dostun kokusunu özlemek nasıldır demek için yazdı
                                                                        yaz'dı yırtılan bir haziran
sıcağıydı aşk bir tuba ağacıydı kutsal kitaplardan kaçıp gelmişti. bunu
son otobüse yetişmeniz için yazdı. hepinizi sevgilisi sandı ama alınmadığınızı bildiği için yazdı.
deniz dalgalıyken güldüğü için ne elini tutan ne de eğilip o acemi o acem dudaklarından öpen biriniz
olmadığı için yazdı
                                                          yazdı kendisi için çok istemediğini bilesiniz diye. ölümden korkardı diye. dağlardaki sonsuz ve uzayıp giden kan kaybını yazabilsin diye. odası hep sevgili koksun diye. sonraya aşktan gayri hiçbir şey kalmasın diye dudaklarınızın kıyısındaki gül gülümsemesiyle sarhoş olsun diye. şaşırıyor herkes. sen bile. tanışmalıyız demek için yazdı
                 yazın başladığı yerdi. hazirandı. başlattı kendisini bir aşk ve ben. aşk olur kekemeliğim böyle bir an. dediğim için. nasıl olur tutsaklık günlerinin hücresine benzeyen bu odada kırılan kar sesi olmalıydı ama yok. ama ben nasıl olur çeker giderim bu kentten. ama ben tuba dallarının yeşiline boğuluyorum durmaksızın. kurtar beni aşk. dediğim için yazdı. sırf bunun için yazdı belki
                              belki de komşu bahçeden menekşe çalmak için yazdı
                                                                                                    yazmak oldu yaşamı. çocuk oldu durmadan. acem oldu. bir orman durmadan yok oldu diye. birinizin elleri ebemkuşağı olur diye. sen yoksun diye bahçesinde bir çocuk ağladığı için yazdı
                                                                                                            yazdı yalnızlığı büyüdüğü için öldü dediğinizin cesedi dünyaya sığmadığı için. sigaranın tadına doymadığı için. içinizden birini öperek herşeye başlamak için. hala ağlıyor mu izmir diye sormak için. saçlarınızı yeniden tarayasınız diye. bir kadının ağladığını anımsayasınız diye. babek ki gideli binyüz yıl oldu sakın ha unutmayasınız diye. gelin bu akşam sözetmeyelim ölümden diye. yakarabilirsin. avuçlarınıza kapanabilsin diye. neden dönmedi o akşam gidenler. sizden sorabilsin diye yazdı
                                                                                          abarttınız. şair sandınız kendisini. gelin ağzım olun söyleyin kimsesizliğimizi demek içindi. sarı dediğimiz isfehan'da ağırlanan hüzün demek içindi ve bir tarih girdi aramıza eyvaah ayrılık bile demek için yazdı
                                                                                                                          yazdı ki bitsin bu zulüm isyana bayrak açalım ki kan dökmemiştik hiç. bağdat'ta öldürülmeden kadınlarımız ateşe inanırdık kul olmadık hiç sultana ama topraksızım cariyeyim köleyim ve bir mezardan doğrulur gibi usul. okuduk konuştuk sorduk ve sonsuz ırmaklara aktık ki bir dahakılıç kana bulanmasın. sabahtı. ölüm kuşu uçtu uçacaktı. çünkü o sabah bir bir güneşin ateşiyle uyandık. uyandık ki yenilmiştiler ve ağlıyordu hiyo. ağlamasın diye cennetten kaçıp aşkımıza sığınan tuba var. bir ütopyamız var. gelincikler var üstelik yüzümüzde daha kızıllaşan. bunu söylemek için yazdı
                                             yazdı. ciğerlerindeki son nefesini yoldaşlarına sunarca
sabahtı ve cümle mahlükat uykudaydı.
bir onlar vardı ağlayan kanayan ölen
                                              öldüğünü görmesin diye onların. ince bir merhem dilendi annesinden. ince bir iple bu isyanı örsün diye yendien yaptı bunu
                                                                                             bunu da yaptı ki elinin biri kesilince diğer eli ile kesilen elinden kanı alıp yüzüne sürdü ve kankızılı yaptı yüzünü. kankaybından yüzü sararınca korkudan sarardı sanmasınlar diye yazdı
                                                                                              yazdı bazz kenti sığınağıdır yine yenilmişlerin. yoksulların. aşk kırgınlarının. bilelim istedi bunu.dai saydı kendisini. araladı kalbinin yeni bir sayfasını bir ah çekti bir ah çekti ki asya kadardı. atlaslarda unutulmuş çocuğuydu asya. onun için yazdı
                                                        yazdı. sokakları kan içindeki bir ülkeyi bir çocuğun çabuk dön dediğini duyurmak için. gidelim yanan dünyanın dumanıyla körleşmeden demek için. durmadan aşka çağırırdı ki iyidir söz onun töresidir ve bitmeyen bir aşk demektir. bunun için yazdı
      yazdı ki yok saymayın beni. yakılmayayım dedi.bir bononun kirli kan akıtan yerinde olduğunu saklamadan. bir parça kömürün nasıl bir isyana dönüşeceğini açıklarcasına. artık ömrünün bir çek koçanına nasıl sığmayacağını anlatırcasına yazdı
                                                                                       yaz dediğimiz şimdi de aranızdaydı. hazirandı. ay düşmüştü aramızdan birinin kalbine. ay düşmüştü kalbime. kalbim ki çingeneydi ve aşk imkansızdı. eğilip baktı. daha daha yaklaşıp baktı ve yazdı üşenmeden
üşenmeden dönüp gitti çocukluğuna. ömrünün en acemi yerine. akıp duran terine. dünyayı öptüğü sevgilisinin ağzına. erguvan gülüşüne. bu gülüşten. terden ve yeniden bir dünyanın yaratıldığı yere yürümek için. ben yine sürgün olayım. öleyim. bir kentin ya da aşkın ve şiirin delatsında diye yazdı
                       yazdı en son afrika ya da kafkasya şiirlerini. dağlardan yine seslenen yaralı geyik seslerini. susmuşum böyle sahipsiz kalmasın kalmasın diye yazdı
                                                                                                 yazdı ki nereden çıktı bu acem gravürleri
                                                                                                              bu titrek bu kendi çağrısına dönmeyen ses
                                       seslendi yeniden yeniden heyyamola. durmadan heyyamola demek için. birilerinize yazdı. dünyanın yalnızlığına üzüldüğü için yazdı
                                                                                              yazdı komutansız insanlar için. kalbimize gül yağdığı için. newroz akşamı kendisini yakarak dünyamızı aydınlatan zekiye için. yazdı su kokulu mağaraları kanatılan durmadan kanatılan uzun yeleli dağlar için. yakılan bir panzerden sonra biriniz onu öptüğü için
                                                                   için için içli bir çocukça iyi ya da kötü demeden yazdı dünyanın yalnızlığına üzüldüğü için
                                                                       sırf bunun için yazdı belki
                                                                       yalnızlığına üzüldüğü dünyada herkesi aşka çağırmak için
kenti tragedyasına çağırmak için herkesi
                                                herkes oturup kendi şiirini yazsın demek için yazdı
                                                                                                                      söylencedir ki bu yüzden tekrarladığı oldu kendi sesini. sesine sürdüğü şarkıya nakarat. sesine sürdüğü şarkıya çığlık olmaktan asla vazgeçmeden yazdı
                                                                                     yazmasa olmaz mıydı
                                                                                     yazmasa olmaz mıydı
                                                                                     yazmasa olmazdı
                                                                                     sen sağol kardeşim                           

m.ç

izmir, 10 haziran'93
                                 
not: yukarıdaki yazı, bir yerde yayınlanmamış olup yazıldığı gibidir. tamamlanmamıştır.)                                                                   

11 Eylül 2013 Çarşamba

Onbaşılar Gelecek ve Biz: Mehmet Çetin

MEHMET ÇETİN: Onbaşıları sevmiyorum dedin ama neden generalleri değil de onbaşıları?
MUZAFFER ORUÇOĞLU: Bir gün bir onbaşıdan çok sert bir yumruk yediydim, unutmuyorum. Evet, en çok onbaşılardan korkuyorum, generallerden değil. Onbaşı deyince aklıma on tane insana dayak atan, on kişinin başı gibi geliyor. Cezaevlerinde, özellikle Mamak Cezaevi’nde onlardan çok çektim. Üstelik onların çoğu da ya milli zulüm ya da sınıf baskısı altında tutulan, diyelim ki bir toprak ağasının baskısına maruz kalan, o baskıyı tatmış insanlardı bu onbaşılar, ama..

-Peki politik onbaşılar?

-Politik onbaşılar mı? Tırnak içine alarak söylemiş olayım ki, politik onbaşılar ile apoletli onbaşılar arasında esasta büyük bir fark yok. Bir nüans var tabii; politik onbaşılarda dayak yok. Apoletlinin dayağı onlarda yok da değişik türde bir dayak var onlarda, insanın politik varlığına yönelen bir dayak, bir tuhaf şiddet var.

-Edebiyat/sanat dünyasının da onbaşıları var, değil mi?

-Var; özelikle Asyalı toplumlarda. Ama ben Avustralya’da da tanık oldum bu onbaşılara. Sözkonusu bu onbaşıların özellikle yeni yazarlar üzerindeki eleştiri şiddeti inanılmaz bir şiddet! Ki bu şiddeti ben oldukça içi boş ve kaba bir şiddet olarak hissettim. Yani en donanımlı onbaşılar bence onlar; insan ruhunun onbaşıları onlar, onlar...

-Bir de sosyal ve cinsel hayatımızın onbaşıları var, değil mi?

-Sosyal ve cinsel hayatımızın onbaşıları mı? O kadar çoklar ki; toplumun bizzatihi bütünü onlar: Bütün sistem; devlet, kilise, cami, bir bütün olarak toplum.. tabii onları aslında sadece onbaşı olarak değil de gardiyanonbaşı olarak tanımlamak daha doğru gibi.. çünkü onlar bizim en özel yaşamımızı bile yakından gözetleyen ve bizi kurallar silsilesi içinde boğan ve o kurallarla çatıştığımızda bizi çarmıha gerenler...

-Türkçe’de bir tanımlama vardır; ‘kifayetsiz muhteris’ diye.. onbaşılarla kiyafetsiz muhterisler arasındaki ilişkiyi nasıl kurmalı?

-Şimdi ben o ilişkiyi kurmadan önce şunu söylemek istiyorum. Bir defa toplumun şöyle bir sorunu var; toplum, öncelikle kendisinin yarattığı mevcut değer yargılarının kurbanıdır bu bir, ikincisi de; aynı toplum, gizli özlemlerinin, yani yaşayamadıklarının da kurbanıdır ki o kurbanlık hali de şöyle oluyor; bir insan eğer başkaları yaşarken kendisi, kendi özlemlerini ve özgürlüğünü çok derinliğine yaşayamıyorsa, ikili bir tepki içine giriyor. İlki hayranlık, takdir duygusu. İkincisi ise intikam! Evet, kendi yaşayamadıklarının intikamını yaşayandan alıyor toplum. Yani kilise, cami, devlet, aile ve bir bütün olarak murtazalar, bu anlamda sözünü ettiğin kifayetsiz muhterisler, büyük bir öfke ile senden intikam almaya kalkıyorlar. Bunlar genellikle de toplumsal ahlak zabıtası ve müeyyide muhtarı kisvesiyle ortaya çıkıyorlar. Bu da toplumsal onbaşılıktır işte!

-Onüç yıllık cezaevi hayatında bir çok firar denemen oldu. Haylidir dışardasın ve merak ediyorum; dışarıdaki onbaşılarla aran nasıl? Avustralya’ya kadar firar ettiğine göre.. firar neydi senin için?

-Firar kuşkusuz ki benim için öncelikle dört duvar arasından kurtulmak idi. Yani geniş özgürlük ortamına açılmaktı. Şu anlama geliyordu bu; duvarların dışına çıkmak ve egemenlerin karanlığına büyük bir meydan okuyuşu gerçekleştirmek.. bunun için aklıma gelen en başta halkı örgütlendirmek ve o büyük karanlığa birlikte bir karşıkoyuşu sağlamaktı. Bu, özgürlüğü fetme özlemiydi öncelikle. Tabii ben bunu tam anlamıyla gerçekleştiremedim. Baktım beceremiyorum, gittim bunu başka formatlarda gerçekleştirmeye çalıştım. Karşıkoyuş ve kendim oluşu yaşamın değişik alanlarında aradım. Mesela, içeriden çıkınca beni askere götürmüşlerdi ama ülkemizde büyük bir savaş vardı. O savaşı göz önüne getirdim ve beni zorla aldıkları askerden de firar ettim. Bu, kendim oluş serüvenim için önemli bir adımdı. Sonra ne yaptım; baktım ki ülkede yaşama olanağım yok, yine firar...
Düşündüm ilticada, çok düşündüm; oturup kendi ruhumun muhasebesini yaptım. O muhasebe de şöyle ortaya çıktı; baktım bütün kurallar, hatta prensipler de dahil, bir cephe şeklinde benim karşıma çıkıyor... bunun üzerine, toplumsal sistemi çok derinlemesine bir sorgulama tavrı içine girdim. Yani bir baktım ki dört duvar görünüşte bir şeymiş ve asıl, insanın kendi ruhunu döt duvar arasına koyma diye bir sorun varmış ki asıl mesele de burdaymış...

-Gelip atımızı bağladığımız yer yine kendi eşiğimiz, değil mi; içimizdeki onbaşı!

-Evet, bir anlamda içimizdeki onbaşıdan sözediyorum ki o en büyük baş belası... düşün mehmet, özgürleştiğini sanan birinin mevcut sistemle, 7-8 bin yıllık insanın koyduğu kurallarla uzlaşması, onlarla barış içinde yaşaması ne kadar da yıkıcı, değil mi? Evet, o muhasebede bir baktım ki biz devrimcilerin çoğu aslında sistemle barış içinde yaşıyoruz. Yani görünüşte sisteme karşı gibi gözüküyorduk ama.. mesele sisteme karşı olmaktan ziyade mevcut politik iktidarlara karşı olma, iktidarın el değiştirmesini istemekten çok da fazla bişey değilmiş. Evet, baktım ki aslında biz de devletçiyiz; biz aileciyiz, biz özgür aşkın karşısındayız, biz karma kapitalizmin bir tür türevi olan sosyalist ekonominin savunucusuyuz.. ve hatta biz sadece devletçi değil, devasa boyutlarda bir devletten yanayız; onu da daha etkili bir cümleyle, proleterya diktatörlüğünün pekiştirilmesi cümlesiyle ifade ediyoruz...

-Serde, içimizdeki onbaşının hırsıyla kavrulan bir iktidar aşıklığı da var!

-Tabii, ikitidar aşıklığı bu düpedüz! Oysa ne çok değer tahrip ediliyordu bu arada. Mesela bunların başında doğa var idi ama onun tahribine karşı tuhaf bir sessizliğimiz vardı. Ondan sonra, dünyadaki en büyük acıyı, en büyük zulmü yaşayan çocukların sorunları vardı ki bu büyük acı hâlâ ortayerde duruyor, üzerine kafa yorulmuş değil. Çocuklarla ilgili bir porgram hâlâ yok. Toprak programı var, işçi programı var, iktidar programı var, kadın programı var, ezilen uluslar programı zaten bişekilde vardı ama çocuk programı yok. Neden yok? Çünkü çocuk değiliz. Tamam, biz de çocukluktan gelmiştik ama unutmuştuk o çağı. Daha pek çok şeyi ve değeri unuttuğumuz gibi.. yani bir baktım ki, devrimci olmak çok daha başka bir özgürleşme pratiğini gerektiriyormuş...

-Zihniyet dünyandaki böyle bir farklılaşma seni yeni bir firara mı çağırdı?

-Evet, dolayısıyla ne oldu; ben birden kendimi çok büyük bir dünyayla çatışır buldum. Peki nasıl çatışacaktım bu yaşta? Dağa çıkacak halim yoktu artık; emperyalist bir ülkede, bir metropolde yaşıyordum ve barikat da yoktu benim için. Ne yaptım; tuttum kendi ruhumda kurdum savunma cephemi ve saldırmaya başladım. Tabii donkişot’vari bir saldırıydı bu ve üstelik, bir çok insanın bu saldırın özünü henüz anlamış olduğunu da sanmıyorum ama...

Bana çok öyleymiş gibi gelmiyor da..

-Doğru, dediğin anlamda firarımı tam olarak gerçekleştirmiş değilim aslında. Buna iyi işaret ettin. Fakat yazmak.. ben henüz yazmak istediklerimi yazamadım. Bu açık bir şey çünkü büyük saldırıyı henüz yapmış değilim. Mesela hedefleri seçmişim ve bu saldırı kapsamında devrimci cephenin hem ideoljik hem de siyasal büyük bir bölümü yer alacak. Ben öyle sanıyorum ki bu saldırımın gecikmesinde korkunun payı var. Yani onun için firarı tamamlamakta kuşkuluyum. Firar edersem büyük bir risk vardır; benim ruhum, benim gövdem bu riski kaldırablilir mi, göğüsleyebilir miyim, hâlâ bunun endişesi ve hesabı içindeyim. Bu tabii ki benim geri, uzlaşan yanımdır ve bu senin de dediğin gibi hiç de donkişotluk hali olarak nitelenemez. Peki bunu ben gelecekte yapabilir miyim? Doğrusu, eğer ömrüm vefa ederse, bunu gelecekte adım adım yapmayı düşünüyorum. Nasıl olacaktır bu; benim açımdan artık edebiyat sınırları içinde yani estetize edilmiş bir saldırı ve devrimci cepheye çok daha samimi bir katkı olarak biçimlenecektir bu. Bunu da kısa zamanda yapabileceğimi sanmıyorum aslında, ama özgürlüğü fethetme ruhunu yitirmedikçe umut tükenmez...

-Ama bak, hâlâ özgürlüğü fethetmekten sözediyoruz Muzaffer! Biliyoruz ki kavramlar hiç de masum değil; bu anlamda, fethedilmiş özgürlük, özgürlük olur mu ya da fethetme hırsı aşılmadan özgürleşmek mümkün müdür?

-Fethetmenin tehlikeli bir kavram olduğunu biliyorum. Egemenlik kadar tehlikeli. Ama öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bir yere varmak için yürümek gerekiyor. Yürümek için hareket eden bacağın da, kafanın da bir amacı vardır. Nedir bu amaç; bir yere varmak! Fethetmek aslında amaçlanan bir yere varmanın adı benim için, ve ben böyle bir yürüyüşü öngörüyorum kendim için.

-Yürüyüş dedin de; tarihsel yürüyüşün yirmibirinci yüzyılındayız; evet, tarihi çok iyi bilmiyorum ama sanki hiçbir yüzyıla böyle kötümser girilmedi! Artık ne din ya da dinleştirilmiş ideolojiler adına ikna edici bütüncül bir krutuluş projesi, ne de en bireysel olandan en toplumsal olana kadar inandırıcı bir özgürlük arayışı, ne dersin bu durum için?

-Bu duruma söyle yaklaşmakta yarar var sanki; insanlığın en büyük çıkışı hep böylesine suskunluk ve derin kriz dönemlerinde gerçekleşiyor genellikle, birincisi bu. İkincisi de elimizde çok büyük bir birikim var; büyük altüst oluşların, büyük devrimlerin birikimi... ve buna kültür ile edebiyatın birikimini de eklersek, hiç de çaresiz gözükmüyoruz. Evet, belki 21. yüzyıla büyük bir kaos ortamında giriyoruz ama iyi anlamda bir kaostur bu. Şimdi ne olabilir; bu büyük kaostan gene büyük bir özgürleşme yürüyüşü başlayabilir... doğanın ve insanın tahrip edilmesine karşı çıkışla olur bu. Böylesi çıkışlar daha önceki çıkışlara benzeyecek mi, ben pek öyle olacağını sanmıyorum. Belki kimi benzerlikler olabilir ama ben yeni çıkışların öncekilerden daha farklı ve hatta onların mirasını şaşırtacak birer büyük çıkış olacağı kanısındayım. Bunda teknolojinin ve bilimsel atılımın da büyük payı olacaktır.

-18 ya da 19. yy’a baktığımızda; toplumsal özgürlük düşünü öncelikle sanat/edebiyat gördü, politika da bunu kendi konseptinde realize etti. Söz konusu politikanın tarihe devrimci müdahalesindeki bu iyi niyet referansını atlamadan söylüyorum ki; bu büyük düşü sonuçta yine bu politika boğdu. Kapitalizmin tasarrufundaki bilimin o didaktik o egemenlikçi söyleminden özgürlük ruhu yerine kölelik ve klonlama doğuyor. Egemenlikçi bu sistemlere karşı günümüzün edebiyat/sanatı bir özgürleşme rüyası görüyor mu ve bunu gerçekleştirecek yeni bir politik konsept oluşuyor mu?

-dikkat etmeli, bakıldığında görülür ki 17.yy sanat/edebiyatında çok önemli bir atılım yok. Felsefede var fakat.. asıl, ekonomide büyük atılım var; kapitalizmin en aç, en atılımcı olduğu çağdır bu, ama özellikle 19.yy edebiyat/sanatta büyük bir patlama zamanıdır. Yani tarihsel ve toplumsal yürüyüşler pek de öyle atbaşı gitmiyor. Mesela, teknolji ve sanayideki atılımı kültür ve edebiyattaki atılım izliyor. O da yaşamın yeniden dönüşümüne hizmet ediyor ve onu da devrimler izliyor. Şimdi, Şüphesiz ki bunları böyle aşamalı sıralamak da çok doğru değil ama şunu demek istiyorum; kendi tarihselliği içinde biriken olanaklar apaçık duruyor orta yerde. Yapılması gereken, eldeki bu olanakları doğru, devrimci bir tarzda değerlendirmektir. Ama bunu yaparken de hesaplaşmayı doğru yerde gerçekleştirmek gerekiyor. İman gücüyle eskiyi tekrarlayıp durmak bu büyük karmaşayı ve kaosu karşılayamaz artık. Devrimcileşmek gerekiyor; her an devrim durumu olup, egemenlikçi sistemlerin çanına anbe an ot tıkamak gerekiyor. Edebiyat ve sanat böylesi bir özgürleşme sürecinde yine önemli roller oynayacaktır.
bu anlamda, sohbetin başına dönecek olursak; özgürleşme yürüyüşünde ısrar etmek için öncelikle içimizdeki ve dışımızdaki onbaşılardan, bizi tutsak alan herşeyden kurtulmamız gerekiyor. Bunu gerçek kılabilirsek, iyimser olmamak için hiç bir neden yok bana göre...


AvrupaÜTOPİYA Dergisi

7 Eylül 2013 Cumartesi

Abdülmelik Fırat'la Söyleşi: Mehmet Çetin


"Yalnız Kalışımızın Sebebi Çok Derindedir"



Şêx Sait'in tornu olarak tanınan ve zamanla da bu tanımın önüne geçen Kürt aydını Abdülmelik FIRAT ile, halklar tarihinden, dillere ve dinlere, oradan politikaya ve siyasete kadar varan geniş bir yelpazede söyleştik. Söyleşiyi dergimiz adına Mehmet Çetin ve Selman Yeşilgöz yaptı.


DERSİM: Sayın Fırat, bir söyleşi kapsamını son derece zorlayacak bilgi, deneyim ve tanıklığa sahip olduğunuzu biliyoruz. Doğaldır ki bu birikiminizi Dertsim dergisi aracılığıyla paylaşmak istiyoruz. Ama konuşmak, sormak istediğimiz o kadar çok şey var ki... Örneğin, söyleşiye başlamadan konuştuğumuz Dersim Aleviliğinin tarihsel arka planına dair diyeceklerinizle söze başlasak...

ABDÜLMELİK FIRAT: Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki, insanoğlunun sosyal sorunlarının en mühimi din, mezhepler ve tarikatlar sorunudur. Bunlar da çok iç içe girmiş girift meselelerdir. Bunları hurafelerden arındırılmış haliyle, teolojik olarak, yani dinibilimler açısından aklın, mantığın, felsefenin kabul ettiği ölçülerde değerlendirmekte zaruret var. Her ne kadar bu alanda resmi bir kariyere sahip olmasam da, Kürdistan medreselerinde aldığım dini bilgilerin ışığında bütün dinlerin ve mezheplerin, daha özelde İslam dininin mezhep, tarikat ve fırkalarının görüşlerini özet olarak sunabilirim. Ama burada hepsinden bahsetmekten öte öncelikle Türkiye'deki Alevilik hakkında, onu daha iyi anlamak için genel olarak da Alevilikle ilgili bir görüş beyan etmek istiyorum.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Îqrârîye: Mehmet Çetin

“îqrârîye..
Mehmet Çetin-Firik Dede
"yani çocuğun sesinden anadiliyle havalanan o ilk sözcük, o ilk hece, o ilk harf, anadile ‘iqrar vermek’ olarak ele alındığında.."

Meram, “îqrâr”.. 
       Değil, o incecik çubuğun verdiği acı önemli değildi de, bunu ilk kez yapıyor olmasıydı beni şaşırtan; babamın ruhunda şiddete yer yoktu oysa, beni ya da birilerini dövdüğünü hatırlamıyordum hiç.. ama çocukluk çağı işte, hiç mi hiç küfürbaz bir çocuk değilken, gün gelmiş, hatırlamadığım bir nedenle ve kimden duymuşsam, kirvemizin dedesinin mezarına küfretmişim. Onun, çocukluğumu bağışlayan tebessümüne rağmen, babam çok kızıyor bana ve elindeki çubukla sırtıma vuruyor, sertçe. Evet, o acıyı değil ama, mealen ‘insan, îqrârına nasıl küfreder’ diyen babamın kızgınlığını, yüzündeki o mahcubiyeti hiç mi hiç unutmuyorum. 
       Çocukluk çağları ve sevdiklerinden öğreniyor insan; îqrâra küfür edilmezdi!.. 

12 Temmuz 2013 Cuma

barikattan şiire çıkılır: mehmet çetin

barikattan şiire çıkılır..

 konfiçyus: “aradığını bilmeyen, bulduğunda anlayamaz..
barikat: sesinle çık dışarıya sesine çık ve yeter de..
ilkin bir yan yana durma hali, öyle.. tanış olma.. ama acı acıyı tanıyorduysa bir yerden, itiraz da tanıyordu itirazı.. öyle, yan yana bir durma hali.. diklemesine değil.. her biri kendisi.. hiyerarşisi olmayan bir varolma.. cepheden saf tutma hali..  
barikat.. yeryüzü egemenlerinin saldırılarına karşı durmak.. barikat.. durup düşünmek yeniden.. hatırlamak, unutturulmak isteneni.. yola düşenleri.. yolda kalanları.. ‘ruhlarımız geride kaldı’ diyen bilgenin hatırlattığı ile yeniden bütün, yeniden kendi olmak.. parçalanmış birer imge oluştan kendi bütününe varmak.. görmek.. duymak.. ve yeniden kendi menziline düşmek..
geri çekilmek zorunda kalındığında, çekilebilecek son barikatın vicdan olduğunu.. oraya kurulan barikatın arkasında durulduğunda, oranın kendi vicdanı olacağını, söyler gibi bir sahicilik..
‘barikatı vicdana kurmak'tan kasıt biraz da bu olur..

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Vaktidir: Mehmet Çetin

(..Yukarıdaki video, Mehmet Çetin'in kendi sesinden "atımı bağladım iğde dalına" kitabından kısa bir bölümü sunuyor bize. Radyoda canlı okundu, kestik buraya aldık..)

http://mehmet-cetin.com/index.php/iiri-hakknda/99-atm-baladm-de-dalnaemirali-yaan.html

''Atımı Bağladım İğde Dalına''/Emirali Yağan

Mehmet Çetin’in, “Atımı Bağladım İğde Dalına” adıyla yayımlanan son kitabı, Lirik Yazılar alt başlığını taşıyor. Bu belirlenimden de anlaşılacağı gibi, kitapta yer alan metinlerin belirgin ortak özelliği taşıdıkları yoğun lirizm sahiden de. Anlatı ağırlıklı bu metinlerde, Çetin, düşe-kalka geçip geldiği o uzun yol uğrakları boyunca dolaştırıyor okurunu. Yaşadıklarına tanıklık vermeye çağırıyor. Yaşadığı deneyimler, görüp duyumsadıklarıyla kimileyin buruk ve kederli olsa da, esrik bir bahtiyarlık ve tevekülle yüklüdür yine de! Yenilgiye payda saydığı okurunu hatırattan derdiği kır çiçekleriyle karşılar, geçmişte kalmış o tevatür dünyanın dervişi, abdalı ebevenlerinin ‘teberik’lerini dağıtır bir tuhaf iyimserlikle.

Her bir metin yitip giden öncellere, ahde vefa dostlara, sevgililere birer güzelleme, hatırat özelliği taşıyor. Onca yıkımdan böylesi güzellemelerle doğrulmak az şey değil. Yadedeçek ne çok arkadaş ne çok hatıra, ne çok aşk... Üstü kalsın demeye daha mı genç, oturup hatıralarını yazmaya daha mı erken? bu da ayrı mesele... Aslında mesala diyesiydik biz:
Okur “kırlara çıkmaya hazırlanan bir tay coşkusu” içindeyken, bir hapishane kulesine kurulmuş ışıldaklara yakalanabiliyor, ansızın! Yazar, nerdeyse 9 yılını geçirdiği hapishaneden çıkalı onbeş yılı bulmasına karşın, ışıldak, dışarıdaki hayatı boyunca da onu, metinler üzerinden de bizi izlemeye devam ediyor...

Döne duran ışıldağın aydınlattığı yeni çevren içinde kişiler, zaman ve mekân değişse de, birinci tekil sahış olarak merkezde kalan anlatıcı, yaşadıklarını, görüp geçirdiklerini, hayatında iz bırakanları anlatmakla bitiremiyor.
Bitmiyor çünkü hikâye, sessizce yer altına çekiliyor ırmak, kaynağını bulduğu yerde dönüyor mecrasına, bir sonra ki mesel de buluyoruz yeniden elden kaçırılmış tutamağı... Görüntü merkezine aldığı hayatının detayları üzerinden gezdirilen ışıldak imgesiyle, devam edecek olursak Çetin, bakmamız gereken yöne, yere ışık tutuyor okurlarının önü sıra. Bu gezintilerin toplamında meramın bütüncül özü, böylelikle serimlenmiş oluyor.

Işıldak, kitapta, metinler arası ilişkiyi örgütleyen bir metafor olarak geçmese de, bu örgüsel bağı anlatıların iç macerasından duyumsamak fazlasıyla mümkün. Yazarın edebiyat serüvenini yakından tanıyanlar, onun baştan beri satıraralarında okurlarına sufle vermeye, inandığını telkin etmeye dönük ve denebilirse inceltilmiş didaktik bir söylemi olduğunu bilir. kiileyin Sözcüklerin sinonim olanaklarına, seslerin yankılarıyla dönen çoğalmalarına açık katmanlı bir imge dilidir belki de onun bu didaktik tarafını da tebessümle karşılamamızı sağlayan.

Hayatını izlemeye almış ışıldağı bir olanak olarak tersine çevirdiğinde, onun gerisinde duran hafiyeler ve işkencecilerle yüz yüze geliyoruz hikayenin öbür yüzünde. Çetin’in yaşadıklarına tanıklık vermeye çağırdıkları; işkence tezgâhlarında yitip giden düş arkadaşları, ahde vefa dostları, ranza yarenleri değil sadece: ışığa yakalanmış o manyetocular, falakacılar, zebaniler, karanlıklara gizlenmiş yarasalar da var, metinlerin içerdiği yakın tarih panaromasında…

Bu metaforik yaklaşımı sürdürecek olursak, imgelemde beliren şu oluyor: katilini de tanıklık vermeye çağırıyor kurban. Bu yüzleşmede insani bir umar yok sadece, belki bir de Stockholm Sendromu dediklerine benzer bir hal var. Yoksa ya niye, öyküsünün kahramanı yaptığı işkencecisini tuhaf bir ‘senlı benlilikle’ taşıyor hayatında, öykümüzün o bildik kahramanı. Burasında kahraman, anlatıcı, yazar karışıyor birbirine. Yitirdiğimiz bu ayrımda dönüp, yazar-şairliğinden öte bir de en eski dostumuz olan Mehmed’imizin
yakasına yapışacağız belli ki birazdan. Hemen her metninde, bir zamanlar yaşadığı tutsaklığına gölge etmiş kim varsa hatırlanıyor, hatırlatılıyor bir vesileyle:
“Çocukluğunu yeniden bulmuş bir insan sevinciyle yamacı tırmanıyorum ki, siren sesi.. neler oluyor orada; siren sesi gidip bizim grubun yanıbaşında susuyor: ben pusudayım: gölge olup kendi ardıma saklanıyorum o an…”

Kaçıp kovalamacalarla geçen gençlik yılları üzerinden onca zaman geçmişken, görülen kâbus, geçmişe dair saplantı, bir hatırlanış mı sadece? Çetin’i daha insaflı anlamak için yığınla nedenim var. Onun kitabındaki anahtar deyimle “geniş zaman gerçeğine” işaret eden biteviye bir durumdur bu aynı zamanda. Değil mi ki, sokaklarda durmadan canavar düdükleri ötmekte, termal kameralar, ışıldaklar dönmekte, biteviye meterisler, tuzaklar kurulmakta, ölüm mangaları şarjör değiştirmektedir ha bire, ve daha neler neler...

“Yeryüzünün en güzel iyimserliğini paylaşmayı” düşlediği “komşu bahçelerde büyüyen o çocukluk günlerinden” başlamıştır “günlerin cehennemine yolculuk.” Ömürce sürüp gidecektir bu; sıladan sürgüne, zindandan o kayıp ülkeye bu hasret, bu sanrılı yolculuk, düş kırıklıklarıyla.
Anlatıcı, dünyanın en iyimsersem Şarlo’su olmaya çabalasa da, son hız geçerken aldığımız bir tutam fesleğen kokusundan başka da tesellimiz kalmıştır.

Dünya lirizmini yitireli, atımızı bağlayacağımız bir iğde dalı bile kalmamıştır oysa...
Dikenini kabulümüz saysak da, artık tutunacak bir tutamak değil sanki o iğde dalı da... “Dağılmış bir pazaryerine düşmüş” anlatıcı “çok çok daha şaşkın,” bu yüzden. İlgili metnin bir yerinde dillendirdiğince:

“Hatırla eğilip önlerinde, geçilmeden o hatıralardan; o kavil: o karar: o ikrar uğraklarından geçilmeden, kişi varamıyor kalbinin kıyısına..”
M. Çetin’in ana meramı da bu cümlede saklı vesselam:
“Vicdan”, “ahde vefa”, “kadir kıymet”, “mihnet”, “muhannet” gibi babalarımızdan ödünç kavramlara sıklıkla başvurması bu yüzden. Dilin kifayet etmediği zamanelikte, babalarımızın dil dağarında kalan o tılsımlı kelimelerdir, bu sessiz çığlığı, bu lirik yakarıyı tarif edecek belki yine...
Sözü uzatmadan kıssaya dönelim meselimizin akarınca giderek:
Yıllar süren bir yazma serüveniyle biriktirilmiş kitap, kanımca tasarlanmamış bir romanın yapı taşlarını, harcını da taşıyor kendinde, şiddetle. Metinler birbirlerinden bağımsız ve uzak zaman dilimlerinde yazılmış; konuları ve anlatı teknikleriyle farklı olsalar da, toplamlarında, yazarına ukde kalmış “ahde vefa” bir meramı tasarlar kendileriyle. Tanıklıklara hasredilmiş bir uzun arka - plan hikâyesi, kitap boyunca bu dolayımla sürer. Sayfalar ilerledikçe beliren, kendini daha bir hissedilir kılan romanesk yapı, ışığın gezdirildiği detay metinlere ustalıkla serimlene gider...

Belki de hiç tasarlanmamış bu gizli biyografik romanın taa evvelinde Çetin’in ilk kitaplarından biri olan ‘Asmin’ var. Oradan okurunun aşina olduğu sesler, kokular, duyarlıklar var. Bir dizi şiir kitabından sonra Asmin, Çetin’in devamı beklenen nesir kitaplarından ilki olarak kaldı geride. Beklenen, “Atımı Bağladım İğde Dalına” adlı bu kitap sayılacaksa, bir kez daha haklıdır:“her yazarın ömrünce yazdığı aslında bir tek kitaptır” diyen.

Ana izleklerine kısaca da olsa işaret etmeye çalıştığımız M. Çetin’in bu son kitabıyla beraber, Asmin’in yeni baskısı da yine Agora Kitaplığı tarafından okurun ilgisine sunulmuş. Yayımlandığı ilk andan başlanarak kendisi için ‘özel’ okurlar yaratan, ancak uzun yılllardır da baskısı bulunmayan Asmin’in yeni kitapla birlikte yayımlanmış olması, en azından bu yazının final saptamasının ‘sağlamasını’ da vermiş oluyor öyleyse...

Öyle, bitirmeden, son bir hatırlatmada daha bulunmuş olalım: estetik bir kategori olarak kitaptaki ‘lirizm’e aldanıp, metinlerarası okuma yapmayı pek ihmal etmemek gerekiyor, sanki. Çünkü metinler, M. Çetin’in neredeyse bütün hayatına yaydığı ideolojik-etik kaygılarının, ona dair kavramsal önermelerinin de gizli bir bildirgesi olarak okunsun istiyor. Ol sebeple, ‘nasıl’ anlattığı kadar ‘ne’ anlattığını da fazlasıyla önemseyen bir yazar ile karşı karşıyayız. 

 
Ekim, 2006
Not: Tırnak içinde geçen tüm italik alıntılar Mehmet Çetin’in adı geçen kitabından alınmıştır.


Emirali Yağan
E-Ütopiya: Sayı-1 kış kitabı-2007

2 Mayıs 2013 Perşembe

ayrılık prelüdü: mehmet çetin

uzun bir tarih girdi aramıza eyvaah gözyaşı bile
 
bir şarkı duydum sanki bir an sen miydin küsçiçeğim
lü, yetmezoldum gülümsemeye aşkı düşlerken, bak
kaldım asteroidler arasında ya hangi küloluş bana
durulmazmış artık yürüyenin önünde, öğrendim
geçip gidiyorsun işte yüreğimden: degrade
değilse üzülürüm lû çekilirsen şiirimden
başkoymuştum geceduruşlu saçlarına
uyandır beni bak ayrılık baladı bu
eski acemiliğim bu, az ötende
çaresizliğim, sevgilim

bilirsin lû her aşk üzgündür kuğunun sustuğu
yerde: bir de yetmişaltıncı sayfası var bir kitabın

bir de yetmişaltıncı sayfası vardı ya bir kitabın
kydettim syirdefterine zambak gibi susuşla
nazi işgâli altında ukrayna'daydık sanki
açsefil işçilerle seçme işgâlciler
karşıkarşıyaydı ateş altında
aşk ya da ölüm safında

işgâlciler yenilmemeliydi asılmışların toprağında
değilse kıyısınd dar bir uçurumun
kurşuna dizilmek vardı lû

kalbim, ki tıpkı öyle

haksız bir tarih girdi aramıza eyvaah kan bile
yetmezoldum acılarına lorca'nın yalnızkuşu adım, bak
bir sabah olsun bu sabah olsun günaydın de mamêke
değilse gözlerime sızan bu ansız uykuda yine sen
eskimo kadını o ellerinle ne çok uzaksın işte
kımıltısız öpüş ey aşkı heder sanan o gülüş
ya hangi buluta tırmanayım şimdi, söyle
bir kalkıp gidişin ayaksesi,
sevgili

bir de yetmişaltıncı sayfası vardı bir kitabın
managua  sıcaklığını yitirmem vardı aşk gibi
dağlar altına gömülmem vardı son grizuda
yenilgilerden kalkıp sana gelişim yine
eski çaresizliğim, sevgilim

azilerde bir lodosa sığınıp susmak mı bu
yağmur olup yağmadığın örselenmiş ırmaklarda
unutmak umudu dudaklarımı kanatıp susmak mı lû

ne an unuttum dansetmeyi ya nasıl bir savruluş bu
kuş ölümü yaprak dökümü an mı bu nasıl yasemin
kanatılan o yaramız işte ertelenmiş öpüşle
güz iklimim akasyalar hüznüm, lû
ne çok yeniliş bu, yüreğine
ki, gülü yoksa bir sevenin başka neyi
külüm demiştim ya lû çekilirse şiirimden
yürüyorum işte aynı adımlarla ölüm üzerinde
utanmak istemedim oysa ne söz ne gözyaşımdan
ve alçalıyorum işte alçalabileceği kadar bir insanın
söz dinlet kalbime ver artık hükmünü alçak şu adam
söz dinlet kalbine lû ver hükmünü alçak mu şu adam

değilse kül kalacak geriye göğsünde gül büyütenden
değilse yetmişaltıncı sayfası vardı bir kitabın
vazgeçmezliğim lû: ben, yalnızkuşu lorca'nın
yetmezoldum acılarına, bak
kaldım uçurum kuşlarıyla
zerim zerim axh gul a zerim
sustur ki diligeçmiş olmasın dilim
gelince yine tupamaroların kente girişiyle
gümbür gümbür gül yine aşk olsun ayaksesin
sahip çık küllerine ya anka ol ya anka, tıpkı öyle

üzgün bir tarih girdi aramıza eyvah ayrılık bile

mehmet çetin
hatıradır yak bu fotoğrafı

25 Nisan 2013 Perşembe

akın yanardağ ile söyleşi: özkan bulut

“acılar mı büyüttü, anılar mı..”
-neden üzgün ağaç ağıdı, ve niye ağıt?
-ağaç ki çiçekler arasında/o benim işte” demişti zahrad. ağaç ki ağıtlar arasında, o benim işte, diye okuyabiliriz bunu, içine doğduğum dersim gerçekliğinde. yani orada ağıt, tıpkı yakılmakla bitirilemeyen ağaçlar gibi bütün ömrümüzü çevreleyen bir hal. annemden bana kalan en belirgin izlerden biridir hatta. annenin o en içten ağıtlarını dinlediğimde onun kendini ifade edişi, tarzı, üslubu beni çok etkilemiştir. yani doğanın bu en eski hali bizde de ‘ağaç ağıdı’ halinde kendini özdeşleştirdiğini söyleyebiliriz. dersim ağıtlarında doğa da insan kadar yer tutar; ve zaten doğayla uyum içinde yaşamanın mümkün ve acil olması gerektiğini içimizden bir yerlerden biliyoruz.. doğal ki doğa toplumu içinde bir hayata doğmamız, kendimizi doğanın ‘karar ses’ olduğu doğal yaşam ile iç içe ağacın, ırmağın sesi ile özdeşleştirmemize olanak sağlıyor. yani “ilerleme ya da bugünü kurtarma adına, doğanın ve doğadaki ‘öteki’lerin emeğini, varlığını, geleceğini yağmalayan egemen insan, doğadaki örgütlü ve ‘meşru’ şiddetin tarihini de yazmaya devam etmektedir” diyordu, mehmet çetin. evet, orada yanan ormanlar, boğdurulan sular bizim hem kişisel hem de kolektif sorunumuzdur ve bu belirlenim buna itirazdır da. yeri gelmişken: ağıdın aynı zamanda hafıza da olduğunu, dersim soykırımı’nın birer aktarımcı işlevi üzerinden de anlayabiliriz. soykırım öncesi ve sonrası ağıtlara bakmak, buradaki kültürel kesintiyi görmek sonuçları açısından önemli veriler sağlayabilir bize. elbette yaşadıklarımızı anlatmak gibi bir ‘söyleme’ zorunluluğumuz var; yaşayanların bunu kabullenmeme ama aynı zamanda ona katlanabilme gücü de bir ağıt gibi çevrelemiştir bizi diyebiliriz.

-şiirinde geçmiş zaman ağırlıkta, aktüele ise oldukça mesafeli gibi, ne dersin?

11 Nisan 2013 Perşembe

taş ve rüya: mehmet çetin

taş ve rüya

ezel, heyya dedi  ikindiye

gölgeydim bir taş kıyısında
sonra bir gül aldım kendime
dalga aldım denizden sesime
koyu bir sanrı ile pek iyimser
yakama, şık bir akşam kederi

geceye çıktım, gece kendine

lal yalnızı aldım taş kıyısına
şarkı aldım geceme rüzgardan
çaldım say kavli, dağdan dağa
kale aldım sonra atıp o zindana
kendimi hatırata, bağıra bağırta

eylenme dahi dediydi ebed
heyya dedim zamana gittim
gidip sağol dedim yalnızlığa
sonra taşa da sordum kadrimi
bulunca kendimi uyudum ona

rüya, taşa hatıra: heyya dedim

temmuz'02, kos

mehmet çetin /taşa hatıra