"Sonuçta gerçekleşen şu; kişi kendi firarını gerçekleştiriyor, önce bireysel düzlemde. Bu, esir düşmesine rağmen teslim olmayan insanın yaşama, direnme tavrıdır. Öncelikle budur. Çıkış noktasıdır. Sonrası da var. Sonrası bu firarın ustalıkla başarılmasıdır. Şimdi bu süreci yaşıyoruz.."Mehmet Çetin ''Cezaevi Edebiyatı'' nitelemesine karşı çıkıyor.
Mehmet Çetin / Füsun Öztürk Baysan |1989 yılı..
Mehmet Çetin 34 yaşında, Uluslararası PEN ve TYS üyesi bir şair. Şiirin yan ısıra düzyazı, tiyatro çalışmaları ve oyun yazma etkinliklerinde de bulunmuş. Çalışmaları yurt içinde ve dışında çeşitli dergilerde yayımlanmış. Rüzgâr ve Gül İklimi ilk şiir kitabı 1988'de yayımlandı. 1 Eylül 1981'de tutuklanan Çetin, 12 Eylül 1989'da Bursa Özel Tip Cezaevi'nden tahliye oldu. Geçtiğimiz Eylül ayında Birağızdan isimli ikinci şiir kitabı çıktı. Çetin bu kitapla 1988 Enver Gökçe Şiir Birincilik Ödülü'nü almıştı. 8. Tüyap Kitap Fuarı'nda söyleşi yaptığımız Mehmet Çetin, cezaevlerinin edebiyat bağlamında henüz yazılmadığını söylüyor. Cezaevlerinde müthiş birikmeler olduğunu söyleyen Çetin, cezaevlerinin yazılacağına inancını da ekliyor.
-Mehmet Çetin'i daha çok son yıllarda şiirleriyle tanıdık. Yeni bir kitabınız çıktı. Cezaevine girmeden önce de şiir yazıyor muydunuz?
-Şiire cezaevinde başlamadım. Yetmişli yılların başında şiir, öykü denemelerim oldu. Tiyatro çalıştım. Oyun yazma deneyimlerinde bulundum. Bunlardan ikisi amatör tiyatro topluluklarınca sahnelendi. Ancak politik donanımımız 74'den sonra farklı bir mecraya akmamızı sağladı. O noktadan sonra yazı olayı yine sürdü ama, farklı bir düzlemde. O anlamda bir Mehmet Çetin olayı oluşmadı söz konusu yıllarda. Fakat ilgi düzeyinde, yaşamdan ve okunandan biriktirme düzeyindeki, şeylerin yeniden, söz konusu düzlemde ürüne dönüşmesi o yıllarda da sürdü. Fakat bu birikme ve ilişkileniş cezaevine düştükten sonra artık bir edebiyatsever olarak bu işle ilgilenme şansı tanımadı bana.
Nitekim 1 Eylül 1981'de yakalandığımda, ilk dört ay sürekli sorgulandım. Ardından 15 gün kadar bir süre cezaevi gözetim koğuşunda kaldığımda ki bu ölümlerden dönen, işkencelerden soluk aldığım küçük bir andı, o an hemen şiir ifadesini buldu yaşadığım süreç. İlk şiirim cezaevinde yeniden bu koşullarda yazıldı. Dışarıdaki son şiirim İrlanda'daki açlık grevi sürecinde ölen İRA militanlarına, Boby Sands ve yoldaşlarına ilişkindi. Yani o günlerdeki küçük denemelerim bunlar oldu. Fakat benim işkence-sorgu sürecim biraz farklı bir akarda seyretti. Üç yıl boyunca onbir kez cezaevinden alınıp sorguya götürülmem ve yaklaşık 220 gün dolayında bir süre sürekli sorguda kalmam demek oldu bu. Ve bu anlamda ilk üç yıl işkenceden, sorgulardan soluk alır gibi olduğum anlar yazabildiğim çalışmalarım çoğunlukla kötü çalışmalar oldu. Tavır anlamında iyi şeylerdi, ancak şiir de estetik bir olay ve doğal ki kendine özgü yasalılıkları var; yani tavır yetmiyordu. Bu anlamda söz konusu çalışmalarımdan çok azını ilk kitapta değerlendirdim. Sonrası devam edegeldi. Cezaevi koşulları değişti. Özellikle son yıllarda kitaba, dergiye kavuşmak, okuyarak birikmek, tanıklıklardan, gözlemlerden biriktirilenlerle kuramsal yanımı geliştirmek gibi aşamalardan sonra, nispeten beni de ikna eden şeyler ortaya çıktı.
-Önce tavır, sonra estetik kaygı. 12 Eylül sonrası yazılan şiirlerde, tavır daha çok ortaya çıktı. Bazı şairler, özellikle yeni şiir yazanlar bu dönemde kendilerini ''önceden politik mücadele yapıyorduk, şimdi onu yapamıyoruz, daha doğrusu onu şiirler yapıyoruz'' diyorlardı. Sizin için şiir ne ifade ediyor?
-Biraz geçmişe dönük olarak yanıt oluşturmaya çalışacağım. 80 öncesinde şiir de, düzyazı da yazdım. Ancak dediğim gibi bunlar estetik olarak örgütlenmekten, böyle bir kaygıdan çok, bir tavrı, bir gereksinim sonrasını ifade eden ve bu anlamda özel işlevi olan çalışmalardı. Bundandır ki, o dönem yazdıklarımı şiir, öykü olarak tanımlamıyorum. Daha özel kaygılarla oluşturulan şeylerdi. Cezaevi sürecinde sözünü ettiğim öncelikle ideolojik tavır olayı şöyle bir açıklamayı kendisinde içselleştiriyor sanırım; esir düşmüştük, teslim olmamamız gerekiyordu. Teslim olmamaksa, daha çok fiili olarak direnişi sürdürmek olarak kaldı. Uzun yıllar farklı cephelere yayılamadı bu direniş. Egemen güçlerin niyeti de buydu zaten. Düşünen, üreten, kendisiyle de hesaplaşabilecek, öğrenmeye, değiştirmeye ve dönüştürmeye yakın potansiyellere sahip insanların önünü kesmek zorundaydılar. Bu yüzden uzun yıllar dergi kitap ve hatta gazete bile okutmak istemediler. Bu kuşatmayı da yarmak gerekiyordu.
-Tam bu noktada, sizin için politik tavrı estetik kaygı ve donanımla birleştirmek gerekliliği düşüncesinde etkili olan neydi?
-Etkili olan birkaç şey var. Birincisi artık çok ciddi bir şekilde yazmak istiyorsun. Yani, her şeye rağmen. Şiirlerimiz aramalarda ele geçirilip yırtılıyor olsa bile. Siz artık içindesiniz. Biriktiriyorsunuz ve bu biriktirdiklerinizi yazıya, şiire döküyorsunuz. Bu öğrenmeyi de koşulluyor. Bu öğrenme süreci size söylüyor ki, bu iş öyle tavırla filan yetinemez. Tamam, bir çıkış noktasıdır bu, geldiğiniz kültür gereği bir çıkış noktasıdır. Ayrıca politik mücadeleyle ilişkili olarak sürmesi de olanaklı. Ama bu yine de kendine özgü bir alan. Kendi yasallıkları var. Bu kavrayış, okumayı, daha çok öğrenmeyi, artı olarak da, hesaplaşmayı koşulladı. Geçmişte ideolojik kaygı başat rolü oynuyordu. Yazdıklarınız, çizdikleriniz yeterli bir kuramsal donanımı, yeterli bir estetik beğeniyi üstlenemiyordu. Hesaplaşma ve öğrenme olayı bu gerçeği ortaya çıkardı. Önceye dair asıl eksikliğimiz ideolojik tavır, içerik olayı değil, alanın kendi yasallıklarını bilmemekti. Estetik beğeni yetersizliğiydi. Bir anlamda popülizmin hâlâ etkisini sürdürmesiydi ve bununla hesaplaşmanın gerekliliğiydi. Kuramsal donanımın sağlanmasıydı. Böylece yeterli bir tavır oluşmaya başladı.
Ben bu tavrı daha sonraki yıllarda şöyle anlamaya çalıştım; ideolojik-estetik bütünselliğin ve sonuçta estetik beğeninin yaratılması bizim yeni yazım-sanat çabamızda esası oluşturmalıydı. Bunu ben daha çok, dövüşkenlikle inceliğin kesiştiği yeri aramak, olarak tarif ettim. Döğüşkenliği ideolojik tavır, inceliği de estetik beğeni gelişkinliği, kuramsal donanım olarak anlıyorum.
-12 Eylül'den sonra binlerce insan cezaevlerine girmek durumunda kaldı. Bu, insanların bazıları çeşitli sanat dallarında ürünler verdiler. Öyle ki ''Cezaevi Edebiyatı Sanatı'' olarak da nitelendirildi. Bu nitelendirme olumlu olumsuzu içinde barındırıyordu. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
-Kuşkusuz ki cezaevi koşulları duyguların, duyarlılıkların derinleşmesi bakımından çok özel bir mekân. Ve bu anlamda duyguların çoğunlukla yetkin bir şiir, öykü, roman disiplini bulamadan kendilerini o tarzda ifade etmeleri de söz konusu, tıpkı yetkin düzeyde kendilerini ifade edenler de olduğu gibi. Yoğun duygular, yoğun yaşanmışlıklar, tanıklıklar var. İnsanlar gerçekten mekâna sığmıyorlar. Mekâna sığmayanlar da firar etmek zorundalar. Kimisi yeraltından firar eder, kimisi yerüstünden. Sonuçta ben ''Cezaevi Edebiyatı-Sanatı'' olarak tanımlanan olaya kavram olarak karşı çıkıyorum. Kuşkusuz ki, iyi niyetli yaklaşımları yargılamıyorum ama ideolojik önyargılar, çevre, yayıncılıkla ilgili kimi kaygılar sonrasında önünde durulamayan bir şeyin kategorik olarak bir yere oturtulması ve orada daha zararsız hale getirilmesi gibi bir çırpınışla kimi tanımlamalar geliştirildi. Böylesi bir kullanıma karşıyım. İçerik anlamında da karşı olduğum yanlar var. Çünkü olayı bir firar olarak anlıyorum. Yani cezaevinden firar eden şiir, öykü roman var, karikatür, resim var. Müzikte bile firar var. Bu ilgiye değerdir.
Sonuçta gerçekleşen şu; kişi kendi firarını gerçekleştiriyor, önce bireysel düzlemde. Bu, esir düşmesine rağmen teslim olmayan insanın yaşama, direnme tavrıdır. Öncelikle budur. Çıkış noktasıdır. Sonrası da var. Sonrası bu firarın ustalıkla başarılmasıdır. Şimdi bu süreci yaşıyoruz. Yani bu tartışılıyor. Bu tartışmada elbette kendimize ve başkalarına dönük diyeceklerimiz var. Yazılan, üretilen sanat, edebiyat düzleminde söylüyorum bunu, bulunduğu mekandan, diyelim ki cezaevinden, diyelim ki bir ülkeden firar etmiyorsa, gidip yeryüzü kalabalığına karışmıyorsa, böylesi evrensel bir mecraya akmıyorsa, böylesi bir kaygıyı taşımıyorsa, zaten iyi bir sanat ürünü, iyi bir edebiyat ürünü değildir. Dolayısıyla bu firar durmaksızın gerçekleşmek zorunda. Kimi insanlar da cezaevinden firarı artık fazla görmesinler bize, yargılamasınlar. Bu firar bir haklılık ve kazanımdır. Bundan mutluluk duymak gerekiyor. Yoksa ‘cezaevi edebiyatı’ vs. diyerek, zararsız hale getirmeye çalışmak çok anlamlı gelmiyor bana.
Sosyal devrim mi, sosyal reform mu tartışmasının yeni ve zengin içerikliklerle yeryüzü sınırlarını dinamitleyen yoğunlukta yeniden yaşandığı günümüz dünyasında, çıkış noktası haklılık, direniş ve ütopyayı yitirmemek olan yeniden üretimlere karşı daha sevgiyle yaklaşmak, hepimizin kazanımı olacaktır. Bu unutulmamalıdır.
Adımlar, 19 Kasım'89
www.mehmetcetin.info
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder