12 Temmuz 2011 Salı

Açlığın İçinden: Mehmet Çetin ile söyleşi: Halit Bostancı

Mehmet Çetin'le açlığın içinden söyleşi   

                                               25 temmuz..
Halit Bostancı: Nicedir sözettiğimiz söyleşiye ancak bugün başlıyoruz. Ve işte, yeni bir açlık direnişinin üçüncü günündeyiz. Birçok 'açlık'tan geldik bugüne. Tek tek bunlar üzerinde konuşacak değiliz. Bu söyleşi de şimdiki 'açlık'ın ne güncesi ne de tarihçesi olmayacak zaten. Belki kimi kesitler verebiliriz. Örneğin; yeni bir direniş sıcağının zindanları sarmaya başladığı günlerdeyiz.  Sağmalcılar, Malatya, biz.. derken, onuru ısrarla ayakta tutmanın, insanca yaşamanın ve gaspedilen kimi hakları geri almanın kavgası cezaevlerinde yeniden yükseliyor. Sorunlarımız aynı, ve doğallıkla çözüm için atılan adımlar da aynı.. Bu bağlamda, neden 'açlık', diye sormayacağım ama, bir sanatçı gözüyle bu 'açlık'ın anlamlılığı nedir, söze burdan başlasak, diyorum.

Mehmet Çetin: Açlığın anlamlılığı...
Ateşi ve kılıcı yetkinlikle kullanmış insanlık. Buna 'açlık'ı da eklemek gerek, diye düşünüyorum. Tarihin kanlı sayfalarının üstü kazındığında, bir tercih sonucu olarak değil ama, başka türlü başkaldırı yolları kalmadığında, insanların kendilerini açlık'la ortaya koyduklarını görürüz. İspanya.. İrlanda.. köylülerin tarlalarındaki kitlesel açlıkları ve ölümleri ve direniş... Çarlık otokrasisi zindanlarında açlığın başkaldırısı, Karagool Hapishanesi kadınlarının direnişi ve İrlanda zindanları, ve ölüm... Bu gibi tarihsel kesitlerde açlık kendini direniş olarak ifadelemiş.


            İnsanlık, kendi bedeniyle giriştiği bu sarsıcı eylemi daha çok zindanlarda kullanmış. Bedenin suyu çekilen bir söğüt dalı gibi gibi kuruması, diş etlerinin geri çekilmesi ve gözbebeklerinin yuvalarını terk etmesiyle başlayan, ve sonunda bir tercih olarak adım adım ölümle sonuçlanan dehşetli bir serüven bu. Hayır, insanlık zamanla buna ''korkunç bir şey'' demekten de uzaklaşır olmuş. Çünkü bunu koşullayan daha korkunç ve daha katlanılmaz şeyler var... Açlık direnişinin kaçınılmaz olarak kullanıldığı ve hatta gencecik arkadaşların kendilerini ölümle ortaya koydukları sarsıcı günlerden geldik bu güne. Ve devam ediyoruz! ''Ya Kalküta'da barışı sağlarım, ya da alev alev yanarım kardeş kavgasının içerisinde'' diyen Gandi, ''barış'' çağrısıyla açlık grevindeydi. Sands'lar da ''Tiocfaidh ar ca'' diye... Biz de, ''beden eriten çığlık öderken ölüm kalım günlerinde'', bu direnişimizle bir şeyleri anlatabilmenin, yerli yerine oturtmanın çığlıklarıyız.

            Sanatçı gözüyle neler demek gerekir, çok emin değilim. Daha çok eylem sıcağındaki bir insan olarak konuşuyorum. Savunduğum sanat, ''partizan'' sanat ise, konumlanışım da elbet ki gereğince olacak. Yaşadıklarımız bir başkaldırıdır ve buna denk düşen sanatın tavırsal karekteristiği de budur. Yazılacak... Sahibi olduğumuz hayatın şiiri, öyküsü, romanı da yazılacak ve...

     HB: Tamam, bunu anlıyorum ve tanığıyım. Ki 'açlık' bir çok çalışmanda yaslandığın bir izlek. Daha kapsamlı bir çalışmandan da haberdarım. İnsanlık tarihindeki açlık direnişlerini kesitler halinde veren ''Açlığın İçinden Gül'' dosyandan sözediyorum. Niye ''Açlığın İiçinden Gül''?

     MÇ: Bak şimdi, cennette zaten gülemezmişiz, arafta da gülünmez, ve cehennemde hiç!.. Bu yüzden ben de ''Açlığın İçinden Gül'' diyorum. İşin şakası bir yana, ''Açlığın İçinden Gül''ün gerçekliği ifade ettiğini düşünüyorum. Sevgili ozanımızın dediği gibi, ''Mesele esir düşmekte değil/teslim olmamakta bütün mesele''. İşte, özellikle zindanlardaki direnişlerin en yetkin şiirsel ifadelendirilişi bu. Gül'meyi böylesi bir direnme olarak anlıyorum. Ve bana dehşetli bir olay gibi geliyor. Ki, adım adım bilinçli bir tercihle ölüme gidiyorsun ve yetmez gibi gül'üyorsun... Dosyadaki bir şiirde şunları diyorum: ''açlığa yazılı alevgülleriz/temmuzda ağustosta/sıcak günleriz/gülünce/inan olsun bir başka güleriz''. Sözünü ettiğim gülmek bu.

            Çalışmalarımda tanıklığını ifade ettiğin 'açlık' izleğine yaslanmam, hayatı sahiplenip savunma tavrımın bir gereği. Yaşadığımız bu, yaşanan ve kuşatıldığımız bu. Yoksamak niye? Nesnel gerçekliği sanatsal düzlemde yeniden üretirken, her cephede hakkını vererek yapabiliyor muyuz bu işi? Hayır, en azından ben yapabildiğimi düşünmüyorum. Yapabildiklerime kanmak istemiyorum. Nitekim, ''Açlığın İiçinden Gül'' dosyam da alçak gönüllü bir çalışma. Yaşanmışın yazan-sanat cephesindeki örgütlenişinde çok gerilerdeyiz henüz. Bunun temel nedenini...

     MD: Durun biraz. Bu 'açlık'la onca ağır şey kaldırılmaz(!) Herhalde küçük sevinçlerden de sözedebiliriz bugün. Seninle bizimle birlikte basından öğrendiğin gibi, geçen yıl Yeni Türkü Şiir Yayınlarınca düzenlenen barış konulu şiir yarışmasında şiirin ''ilgiye değer'' bulunmuş, ve başarılı+ilgiye değer bulunan yirmi ozanın şiirleri  Eylül ayında ''Barış Seçkisi''  olarak yayınlanacakmış.  Yine -ve herhalde senin için çok daha anlamlısı- bugün 'Pir'imizin de onuncu yaşgünü. Açlıkta, tütün ve acılaşan su ile de olsa kutluyoruz.. Direnişin ilk günlerinde böyle küçük sevinçler tatmanın özel bir anlamı olmalı

     MÇ: Haklısın. İyi de, arkadaş söyleşilerinde hep yaptığımız bir şey değil mi bu zaten? Şimdi ise daha farklı bir çabadayız. Yine de bir şiirimin ilgiye değer bulunması, ama daha da önemlisi Pir'imizin bugün onuncu yaşgünü yine direniş sıcağı içinde kutlamamız, onun o eşsiz gülüşünü savunuyor olmamız, kuşkusuz ki çok değişik duyguların keşiştiği, ama mutlaka ki direncimi de motive eden bir anlamlılık. Bu küçük küçük şeyleri hayatın içindeki yerleri kadar önemsiyor ve sahipleniyorum. Çlışmalarımda da bu tema ve izleklere yaslanabilmeyi özellikle istiyorum. Yenilmek biraz da bu küçük küçük şeyleri, içerde direnmenin anlamlılığında deltalamaktan geçiyor. Ama şimdi söyleşimizin mecrasına aksak daha iyi olur gibime geliyor.

                                                                                                                      2 Ağustos..
     HB: Araya yoğun günler girince söyleşiye bir türlü devam edemedik. Açlık direnişimiz 13. gününü buldu ve diğer kimi cezaevlerinde de destek/hak alma açlık'ları başladı. Bir de ölüm orucu.. kısacası, açlık yangını sardı ülkenin zindanlarını. Şu an en az bin civarında arkadaşımız bunu yaşıyor. Ve dışarda ailelerimiz.. anneler, diğer sevgili yakınlarımız, en güç koşullarda olduğu gibi bugün de omuzbaşımızdalar. İki gün önce Adalet Bakanlığının önünde oturma grevi düzenlediler ve bakanla görüştüler. Bakan ailelerimize cezaevlerindeki yakınlarının 'yakalarını bırakmalarını' söyledi ve bizim içerde durmadan şişmanladığımızı iddia etti.

            Güncele ilişkin bu kısa saptamalrdan hareketle sormak istediğim; bunca yaşanan, yazın-sanat cephesinde kendini ne ölçüde nesnellikle ifade edebilecek? Özel olarak da bu çağrının sahibi olanların  olayı bu düzlemde sahiplenişlerini -daha çok cezaevindekiler gerçeğinde- nasıl buluyorsun?

     MÇ: Şunu apaçık söylemek gerekiyor ki, 12 Eylül'den sonra yazar-sanatçılarımızın önemli bir kısmı dil tutulmasına uğradı. Yaşanan dehşeti yok sayarak, yine de toplumcu-gerçekçi(!) sanat yaptıklarını iddia ettiler. Bir kısmı egemen sınıfların ışıklandırdığı kulvarda savrularak bizim adımıza yine bize küfretmeyi amaç edindiler.  Bir kısım demokrat sanatçı ise payına düşeni yüreklice sahiplenmeyi bildi. İşte bunlar bu dönemde nispeten en iyi ürünler veren sanatçılar oldular. Fakat şizofrenik parçalanmalar, nevrotik inlemeler ve pişmanlık hummasının şiddetle hakim kılınmak istendiği yazın-sanat cephesinde, yaşanana denk düşen direniş mevzileri oluşturulamadı.  İnkar ve kaçışın temel dürtü olduğu bu alanda küçük küçük direniş odaklarını geçilmez barikatlara dönüştüren motivasyon yine cezaevlerinden geldi. Ve...

     HB: İşte daha çok bunu sorgulayalım. Yaşadığından ve tanıklığından sözetsen bize..

     MÇ: Elbette. Yukarıda verdiğim bir kaç kaba çizgiden sonra daha çok içerdeki oluşumları sorgulamak istiyordum. Çünkü yenilgiler tanıdık, ve direnişler... tükenmeler tanıdık. Ve yıllardır bize yüreklerini ödeyen anneler, sevgililer, o dünya güzellerini... İşkencelerle kuşatıldık, ve akran ölümleriyle... Yıkılmadık, geldik bu güne. Kuşkusuz yazınsal-siyasal ve benzeri pek çok alanda sonuçlar oluşturmak zorundadır bu yaşanmışlık. Ve kendini yeniden üreterek... Burdan uzun boylu sorgulayacak durumda değiliz olayı. Ancak, cezaevindeki yazın-sanat olayının gerçekliğini şöyle iddiasız bir gözden geçirmede bulunayım, istiyorum. İçerde oluşumun yedinci yılına giriyorum ve yakınlarda sevk edileceğimiz söylenen 'hücre tipi'ni de katarsak bulunduğumuz yedinci cezaevi olacak. Doğal olarak önemsenebilir bir yaşamışlığım-tanıklığım var.

            Yoğun işkence-sorgu sürecinden çıkıp da cezaevlerine gelen binlerce insan, saf alışının gereği olarak bir yandan cezaevlerinde de yaşanan işkence ve yaptırımlara tavır almaya çalışırken, diğer yandan da yeniden üretimin telaşına düştü. Çünkü yaralar tazeydi ve kanıyordu. İçtenlik, bu yaralara kendini yeniden üretek sargı olmayı gerektiriyordu. Bu anlamda telaş mükemmel bir değerlilikteydi. Ne ki koşullar güç, olanaklar sınırlı, baskı ve yaptırımlar şiddetli, daha da önemlisi, bakış açıları sığdı.  Ve bunalrın koşullamasıyla da direnme mevzileri genişlemek yerine daralmaya başladı. Ve sonunda gelip can alıcı bir noktada; neredeyse ancak fiili saldırılara karşı koyma, konumlanışın gereği olarak ayakta durma kaygısı ve telaşında somutlandı. Bu yanlıştı demiyorum, akisine elzemdi ve mevzilerin genişletilmesinde temel dayanak noktasıydı. Ancak, yetersizdi. Bu yetersizliğin üzerine girmenin perspektifi edinilemedi, sonuç alıcı yaklaşımlar bilince taşınamadı. Ve doğal olarak da 'okul' diye değerlendirilmesi gereken bu mekanda pek çok insan 'değirmen taşı'nın insafına kaldı... Burdaki sıcak bağlantı noktmız şu: Toplumsal bireyin yetkinleşmesi, direnme ve yeniden üretim gerçekliğinin yaşamın her cephesine dağıtılabilmesi.

            Yazın-sanat alanında olayın ifadelenişi ana hatlarıyla şöyle ele alınabilir sanıyorum: O yoğun yaşanmışlıktan gelen, artı olarak işkence-ölüm-ihanet-direnme'ye fazlasıyla tanık olan birey, içine düştüğü özgül koşulların yoğun duygusal atmosferinde, yaşamı savunmayı ve direnişi çeşitli yeniden-üretim araçlarına dağıttı. Hevesle bir çok alana yöneldi. Örneğin, şiirde o sıralar mükemmel bir sağanak yaşandı. Neredeyse herkesin saklısında bir şiir defteri ve  karalamaları vardı. Güzeldi... Bu en kötü koşullarda dahi bulduklarını ilgiyle okuyor, öğrenmeye çalışıyorlardı. Öğrenmek yakışıyordu bize, ve hayatı böyle savunmak... Ancak, yukarıda sözettiğim koşullamanın etkisiyle bu çok uzun sürmedi. Bir diğer olumsuz etken, ortak yaşayış ve davranış çizgisi oluşturmaya çalışanların bu ırmaklanışı  sonuç alıcı bir yerde deltalayacak yeterlikte olmamalarıydı. Yapılamadı... Çünkü bunu yapacak düzeyden yoksunluk söz konusuydu. Böylece yine kolay olan tercih edildi;  çabaların önünü açmak yerine, bunlar küçümsendi, yoksandı. Böyle bir kuşatılmışlıkta uğraşı verenler kimi kez yazdıklarını  çizdiklerini saklamak durumunda bile kaldılar. İstek duyan kimileri de vazgeçtiler.  Kısacası, içerdekileri oldukça dar bir alana -salt fiili direniş düzleminde- sıkıştırmak isteyen oldukça yasaklı baskı ve yaptırımlar karşısında, direnme mevzilerini toplumsal birey yaşamının diğer cephelerine yayamayan bu eksik kavrayışla buluşan yeni bir dönüm noktasına gelindi. İnsanlar, bu  kadar çok şeye birden nasıl kafa tutacaklardı? Tuttular, ve doğrusu bu başlı başına ayrı bir sorgulamanın konusu. Ancak konumuzla doğrudan bağlantısı olan gerçeklik şudur ki, soruna ilişkin geneldeki tavır yanlışlığının ötesinde, bu duruma bireysel karşı koyuşlar fazla yaşanmadı. Bunca olumsuz etmenin yanısıra salt duygulanım ya da 'iman' gücüyle yazın-sanat faaliyetinin sürdürülemeyeceği açıktır. Bu alanda kafa tutmaya devam edebilmek için, gerekirse örgütsel politikalarla (politikasızlıkla)  hesaplaşmak, sorunsala dair sağlıklı bakış açısı kazanmak, bireysel yeti ve mutlaka ama mutlaka kuramsal donanım, gelişmiş ve her an gelişmekte olan bir estetik beğeni gerekiyordu. Çünkü öncülük, sanatta partizan konumlanış, yaşanmışlığı fotoğraflamakla doyurulamayacaktı. Bunun böyle olduğunun az çok anlaşılması da, söz konusu dönüm noktalarında yeterince bilinçli ve sağlıklı olduğuna pek inanmadığım kopuşları getirdi.

      HB: Toparlarsak?

      MÇ: Toparlamaya çalışayım. Bu, oldukça uzun ve değişik yaklaşımlarla zenginleştirilmesi gereken bir sorun. Ancak durumumuz gereği eksik bırakarak devam  edeyim. Yaşanan süreçte, bu alanda kafa tutmayı sürdürenler ne yaptılar? Doğal olarak devam ettiler. Hem de pek çok şeye; koşulların güçlüğüne, bilgi ve deneyim yetersizliklerine, desteksizliklerine, Latife'leşmelere karşı  zorlu bir mücadele vererek. Bu direniş ve güzellik biraz da bize özgü. Başarıya yakın bir yerdeyiz. Buna şaşmamak gerekiyor. Ve işte bu noktadan sonra cezaevlerinde giderek  mecrasını bulan yazın-sanat alanındaki ırmaklanış, deltasına kavuşmaya başladı. Türkü sesine kavuşuyor. Kimi arkadaşlar güzel haberler verdiler bize. Çığırını bulan bu çığı herkes önemle gözlesin derim.

                                                                                                              9 Ağustos..
      HB: Açlığın 18. günündeyiz. Ve henüz biten bir 'açık görüş' tufanının da son akşamındayız. Analar ve demokratik kamuoyu ve hatta Avrupa'daki ilgili çevreler... Söylenecek pek çok şey var, ne ki baştan da belirttiğimiz gibi süregelen açlık'ın ne güncesi, ne de tarihçesi bu söyleşimiz. Belki usulca bir yürek aralaması...

            Kaldığımız yere dönecek olursa; sorunsalı genel hatlarıyla sorgulamaya çalıştık, ne ki senin özelinden pek söztmedik. Biraz da bundan konuşsak. Diyelim ki parçalanmışlıktan... Yine, cezaevine düşmeden hayli öncelere uzanan yazın-sanat ilgi ve uğraşından, oluşturduğun sonuçlardan... Bir de, dergilerde hayli geniş şiir ve düzyazı yayınlatmana karşı, tanık olduğum kadarıyla yayına hazır ''Rüzgar/Ve Gül İklimi'', '' Gül Tarafıyız Çağın'' gibi şiir dosyalarını neden artık kitapaştırmadığından... Haziran'dan itibaren bir dergide yayınlanmaya başlayan ''Partizan Sanat/Sanatçı...'' konulu araştırma ve yaklaşımlarından... Sözedeceğimiz çok şey var ancak...

     MÇ: Ve ancak kısa kesitler verip geçeceğiz, değil mi? O halde bazı şeyleri belki başka bir söyleşi gününe bıraksak daha iyi olacak. Diyelim ki 'parçalanmışlık' olgusunu ve...

            Evet, yazmaya içerde başladım. 70'li yılların başlarında amatörce tiyatro yaptım ve oyun yazma denemelerinde bulundum. İlk şiirlerimi de o yıllarda yazdım. Bunlar, politik bir tavır alışın özelimdeki ilk yazınsal ifadelenişleriydi. Anlayacağın, şiirle okul atmosferinde değil, yeni yeni kazanmaya çalaıştığım Marxist dünya görüşünün düşünsel yapımı biçimlendirdiği koşullarda uğraştım. Bu uzun sürmedi. 1974'lerden itibaren daha farklı görev ve sorumlulukları sahiplendik. Yazma olayı yine sürdü.  Ancak daha farklı düzlemde ve... Sorunu kavrayış düzeyimdeki eksikliklere karşın, bu konudaki kimi yanlışları 80'lere doğru kısmen aşabildim. Ve yazın olayı -yine farklı düzlemde dile gelmekle birlikte- gerçeğimde daha bir anlamlılık kazanmaya başladı.

            Cezaevinde ilk şiirlerimi dört yıllık bir sorgu-işkence sürecinden çıkıp soluk alır gibi olduğum an yazdım. Fakat bu kısa sürdü. Sorgulama gerekçesiyle değişik dönemlerde defalarca cezaevinden alındım ve... Cezaevindeki ilk üç yılım hep böyle geçti. Doğal olarak bu sürede şiir ve düzyazıları işkence-sorgudan fırsat(!) buldukça birikim mantığıyla yazdım. Bunlar, yoğun emek ürünü olmayan, yaşanmışlığın zengin tem ve izleklerine yaslanma kolaycılığını seçen, estetik kuruluştan yoksun, daha çok duyguların hükümran olduğu, yaşamı ve değerlerimi savunma işlevli çalışmalardı. Kısacası, içerde yazmaya başlamak benim için zor olmadı, ne de şaşırtıcı... Aksine, gerçeğimde ve ölüm kalım günlerini yaşarken anlatılamaz bir telaşla ve her fırsatta yazdım, yazdım... Hem de bunun bir alışkanlığa yol açacağını ve olumsuz etkilerini düşünmeye fırsat bırakmadan. Zamanla aşıldı bunlar. Birikimim, daha olgun çalışmaların akışını kolaylaştıran yatak olabildi ancak. Fazlası değil. Niçin yazdığımın ve ne yazdığımın, kimi eksikliklerine karşın, ayrımındaydım. Çünkü uzun yıllar mücadele sıcağındaydım, ve bu zindanda da sürüyordu. Sorun 'NASIL'a verilecek yanıtta odaklaşıyordu. Artık kuramsal donanımı sağlamaya, estetik kaygıyı taşımaya, dil-söylem arayışını sürdürmeye ısrarla özen gösteriyordum. Ve bu çaba o günden bu güne -içerik adına popilizme, biçim adına elitizme ve foramlizme ödün vermeme ısrarıyla- sürüp geldi. Henüz öğreniyorum. Çalışmalarımın donanım ve kavrayışımın gerisinde olduğu bilinciyle öğrenmeyi sürdürüyor, öğrendiklerimi tartışmaya çalışıyorum. İşte, sözünü ettiğin ''Partizan Sanat/Sanatçı...'' konulu çalışmamla öğrendiklerimi sesli olarak tartışmayı, cepheden atvrı savunan sanat çevremizin kuramsal temellenişine küçük bir adım olarak katkıda bulunmayı hedefliyorum.

            Biliyorsun, ülkemizde üzerinde pek konuşulamayan bir sorun bu. Suskunluk kimilerinin işine geldi. Böylece kendilerini toplumcu-gerçekçi sanatçı olarak kabul ettirmeye, kurgusal, yapay dıyarlılıklarını içtenlik olarak, diz çöküp isyan(!) edişlerini de döğüşmek olarak lanse etmeye çalıştılar. Toplumcu-gerçekçiliğin temel ilkelerinden olan partililik ilkesii partizanlığı sürekli yoksayan bu küçük-burjuva/revizyonist çevreler dışında, devrimci saflarda da partililik ilkesine yaklaşımda, tam da revizyonistlerin dayattıkları içerikle buluşan sığ-sekter-normatif yaklaşımların etkisinin güçlü olduğunu söylemeliyim. Bu yanlışların aşılmasında herkesin, özellikle ilgililerin payına düşeni sahiplenmedikleri inancındayım. On yılı aşkındır ki, düşündüğüm ve kendim de doğru dürüst bir şeyler yapamadığım, ancak şimdilerde yüksek sesle düşüncelerimi açıklayabildiğim bir sorun bu. Attığım, çok küçük bir adım. Ancak sevincim o ki, ilgi gördü, tartışılıyor, ben yeni şeyler öğreneceğim ve bu çalışma bir kitap oylumunda okura daha geniş kavuşacak ve daha üst düzeyde tartışmalara yardımcı olacak. Umudum bu.

            Hangi hayatın şiirine, hangi dilin sözlüğüne denk düştüğümüzü ve çığılığımızın hangi iklimin çağrıcısı olduğunu iyi bilmeliyiz, diye düşünüyorum. Çağın sanatı salt içerikle kurulmuyor. Estetik arayış ve kuruluşları yazınsal faaliyetimizin nabzı yapmak zorundayız. Bu alanda öncülük, örgütsel bildirgeler ve görevlendirmelerle değil, devrimci dünya görüşümüzün kazandırdığı perspektif, bilince çıkarılmış bir yantutarlılık, yazınsal yaratım somutunda ideolojik estetik bütünselliği ve sonuçtaki estetik dengeyi sağlayabilme ve tarihsel ilerleyişe denk düşen yeni çığırlar açmakla mümkündür vb. Sanatımızın işlevsel boyutluluğunu hakkını vererek anlamak ve ürünlerimizde hayat kazandırmak zorundayız, diye düşünüyorum.

     HB: Biraz da senin somut ürünlerinden -örneğin, yayına hazır şiir dosyalarından- sözetsek...

     MÇ: Değinmiştim, yazabileceğimin gerisinde şeyler yazıyorum henüz. Yayınlatma noktasında kendimce ilkeli davranmaya çalıştım. Son birkaç yıldır bu çalışmalarımı dergilerde yayınlatıyorum.  Kitapaştırmaya gelince... Doğrusu bu konuda söylemek istediğim birçok şey var. Yayıncılığa damgasını vuran tecimsel kaygılar, çevrecilik ufuksuzluğu vb yığınla yanlış... İçerde biriken yığınla güzellik... Bu alanda da yayından dağıtıma dek yeni araçlar oluşturmak gerektiğini düşünüyorum. Verili olan bizim tercihimiz olamaz ve eşik aşındıracak değiliz. Kendi özelimde, uzun zamandır yayına hazırladığım çalışmalarımı kitaplaştırma şansını bulamadım değil. Fakat dediğim gibi, anlayışım gereğince ilkeli davranmaya çalıştım. Şimdi ise daha iyi olanaklar oluşuyor gibi. ''Rüzgar/Ve Gül İklimi'' adlı dosyamın yakınlarda kitaplaşacağını umuyorum. Ve sonra diğerleri...

     HB: Sözümüz bitmedi. Ancak, söyleşinin bugünkü bölümünü artık bitirsek iyi olur. Ve bu direnişimiz sürdükçe -ve elbette ki gücümüz elverdikçe- bu söyleşimize sanırım devam edeceğiz. Konuşmaya değer daha çok şey var. Ben senin ''Rüzgar/Ve Gül İklimi'' dosyandan iki dizeyle bölümü noktalamak istiyorum.

''gelir gün değişir rüzgar ülkem olur gül iklimi
sahipleri tarih yazan gül yürekler iner dağdan''

Temmuz-Ağustos(tarih?)

Hiç yorum yok: