Mehmet Çetin
1.
Üçbuçuk milyon yıl öncesinin Homo habilis'i.. beşyüzbin yıl önce ateşten yararlanan, bir milyon yıl öncesinin Homo erctus'u.. ve üçyüzelli bin yıl öncesinin düşünmeye başlayan Homo sapiens'i.. kırkbin yıl kadar önce gözükmeye başlayan Homo sapiens sapiens'i.. sen düşünmeye başlayan insan; düşünmeye başladıkça, yaşamını ve doğayı bilinçle değiştirmeye, dönüştürmeye de başladın. Binlerce yılı bulan bu serivenin sahibi, bu insanal ve tarihsel kuruluşun mimarısın. Putlar da yaptın bu serüvende, yıkmasını da bildin. Yapmaya yıkmaya devam ederek bu tarihsel yürüyüşünü sürdürdün.Yıkıcılığın, yeni ve daha üst düzeyde bir kuruluşa, tarihsel-toplumsal ilerleyişe denk düşen anlamlılığa hazırlayıcı oldukça, gülüşün bir başka güzel oldu, sevdan bir başka güzel.. Kavgan, bilimsel düşünüşle içeriklendikçe, tabulara kafatutar oldun, ayaklandın, döğüştün, yenildin, yaranı sarıp yine sarsıcı zaferler elde ettin ve daha bir yenilmez oldun. Ancak, o aksayan yanından da tam olarak kurtulamadın; korku'lu, saygı'lı kaygılarla, yasaklı içerikle yeni yeni tabular oluşturmaya, yine kendi maddi-düşünsel üretimine, kendi eserine yabancılaşmaya, bunun sonucu olarak, kendi yaptığın putlara tapmaya son vermedin. Ve yenilgin, bu başkaldırıyı unuttuğun yerde başladı hep!
Tanrılarını da kendine benzetmemezlik edemezdin.
Söylencedir:
Tanrılar tanrısı Zeus, ölümlü bir kadın olan Alkmene'ye tutulmuş.. Ve bir savaş çıkartıp, kadının kocası olan Amphitryon'u savaşa gönderdikten sonra da kendisi Ampthitryon'un kimliğine bürünüp, Alkmene'ye sahip olmuş. Ve Teselya'da Lapith'lerin kralı olan İksion ise, Zeus'un yanında gördüğü Hera'ya aşık olmuşmuş. Olur a! Ama Zeus'un gücüne sahip olmadığına, onun yaptıklarını yapamayacağına göre, kalkıp duygularını açıklayıvermiş Hera'ya. Ve böyle davranmakla da kendi sonunu hazırlayıvermiş. Çünkü bu durumu Zeus'a anlatmış Hera ve tanrılar tanrısı da, doğruluğunu sınamak üzere, ilkin bir bulut parçasını Hera kılığına sokmuş ve Hera biçimindeki bu buluta İksion sahip olmak isteyince de olan olmuş.. Kızgın Zeus, tutup onu cehenneme yollamış. Vrdiği cezadan ölüm yoluyla kurtulmasını engellemek için de ona ölümsüzlük şarabı olan ambrosia'yı içirmiş ve cehennemde alevler saçan bir tekerleğe bağlayarak, sonsuza dek döne döne yanmasını sağlamış.. Kendisinin Alkmen için duyduğunu ve yaptığını, İksion, Hera için yapmaya kalkınca, tanrılar tanrısının yanıtı bu olmuş!
Bu, tanrıların adaleti.
Tanrıların adaleti mi bu? Edward Bond; ''irrasyonel toplum, irrasyonelliğine mitoslar aracılığıyla haklılık kazandırır'' demişti. Sen, düşünsel-dinsel-yaşamsal vb. her cephede, altından kalkamadığın, böylece de açıklayamadığın, yabancılaştığın bu kendi yaratımına, yarattığın idollara, fetişlere, tabulara korku-saygı duyarak, bağlanarak, çifte standartlığını, adaletini ya da adaletsizliğini onda ifadeleyerek kendi cehennemini kendin kurmadın mı? Tıpkı, başkaldırmayı hatırladığın yerde özgürleşmeye adım atmayı da seçtiğin gibi.
2.
''Beşerin böyle dalaletleri var
Putunu kendi yapar, kendi tapar''
T. Fikret'in bu ünlü dizeleri hiç kuşkusuz ki, insanlığın hep ağrılı bir yarasına işaret etmekteydi. Daha tarihin başlangıcından bu yana putlarını kendisi yapmıştı insanlık ve sonra da önünde diz çöküp, tapmıştı. Dinsel inanışta onunla var olup yine onunla bütünleştiği ve onda sona erdiği simge, tapınılacak güç olarak nesneleştiridiği totem, bitki-hayvan çevrelemsi içindeki ilk insanların o toplumsal konumlaşnışta, orda bütünleşmeyi sağlamalarının bilinir ilk ifadelenişiydi.. Ve bu, ilkel dinlerin de çıkış yeriydi. O, Polinezya dilindeki ''dokunulmazlık'' içerikli tabu da, dinsel yasakların dile gelişi olarak doğmakla kalmadı, aynı yasakçı içerikle amafarklı biçimlenişlerde günümüze dek geldi ve yaşamakta sa ısrarlı görünüyor.. Bu yasakçı içerik hep o iki ayak üzerinde yükselmeyi inatla sürdürüyor; yani verili olan o değişmez kutsallığa duyulan korku ve saygıya yaslanarak..
Hayır, hiç kuşkusuz ki o bitki-hayvan kuşatmasından ve o koşullara denk düşen dinsel inanış biçimlerinden insanlığın çıktığı ve totemler de çağ atladı! Savaşlarda, o korkulduğu ya da sevildiği için tapılan hayvan maskeleri takılmıyor artık, beyni elleri hüneri gelişen insanlık, bu iş için çağdaş (!) gereçler kullanıyor.. Dinsel inanışın öznesi de gökselleştirildikten sonra, onu kendisinde nesneleştirmek isteyenlere ya da sorgulamaya-inanmamayı düşünenlere karşı da gerekli tabular-cezalar oluşturuldu; 'en el hak' dediği için derisi yüzüldü Hallacı Mansur'un, Pir Sultan darağacına gönderildi.. Spinoza afaroz edilip, Bruno kazığa çakıldı vb..
Hayır, yeryüzünde yüzkırk milyon yıl yaşayan dinazorlar ölür, yok olur giderler de, putlar-tabular yıkılıp gitmezler mi hiç? Elbetteki onlar da ölümlüdür! Bir farkla ki, onlar da ölümlü olmakla birlikte tahtlarını pek boş bırakmazlar. Yani yaşam sahnesinden öyle külliyen çekip gitmezler. Anlaşılan bu tarihsel vedalaşma öyle pek yakın değil. Ki insanlığın kendi gerçek tarihini yaşamaya başlayacağı o an'a değin, şu ya da bu biçimlenişlerle ve yine kendilerini var edip yaşatan insanların, kendilerine duydukları saygı-korkularında ve toplumlarında hükümranlıklarını sürdüreceklerdir, bu idollar, tabular vb.
Her tarihsel-toplumsal kuruluşun kendine özgü ast-üst yapı kurumları, etik-estetik vb. değerleri olduğu üzere, boşinanları -tabuları da olagelmiştir. Herder'in soruşuyla; 'İnsan dünyaya adımını attığında bilmediği bir sürü şeyle karşı karşıya' gelmedi mi ve zaten onca boşinanın azçok açıklanabildiği yer de burası değil mi? Ve ancak bu, insanal-tarihsel serüvenin kimi ara duraklarındaki kararmalara karşın, kazanıldığı ölçüde bilimsel düşünce de bu boşinanlara karşı döğüşerek hep daha gelişti, zenginleşti, insanlığın ufkunu aydınlattı. Ve açıktır ki; değişmeksizin, insandan bağımsız mükemmel bir gerçekliğin varlığını kanıtlamaya çalışan Platon'la tarihsel-düşünsel-felsefi akrabalıklar süregeldiyse de, evrenin kuruluşunun maddi birliği ve ilişikliği temelindeki diyalektik düşünüş, devinimsiz ve birbirinden bağımsız hiç bir varoluştan sözedilemeyeceğini bilimsel kanıtlarıyla ifadeledikçe, insanlığın ufuk aydınlanmasında mükemmel derinlikler oluştu. Evet, insan dünyaya adımını attığında bilmediği bir sürü şeyle karşı karşıya geldi ancak, zorunluluğu kavrayıp dönüştürdükçe, özgürleşmenin yolunu da buldu. Kuşkusuz ki, bu hiç kolay olmadı. Ve insanlık bilmediği, çözemediği şeyler karşısında elbetteki genellikle diz çöktü. Ama
Ve bilimsel düşünmeyi öğrendikçe bilimsel kuşku payını da tanıyandı..
3.
Bir şey'in tabulaşmasının tarihsel başlangıcı, kendini, sorgulama-tartışma gündeminin dışına taşımasıyla, böylece de dokunulmaz olmasıyla eş zamanlıdır. Ve en büyük korkusu da bilim, bilimsel düşünüş, bilimsel kuşku payıdır!
Bilimsel kuşku?
Bununla biraz da, dansederken kendilerinden geçen Kybele tanrıçanın rahibelerine benzemekten, semazen örneği aynı fasit dairede dönüp durmaktan daha pek çok örneği ile insanlıki bu 'trans' konumlanışından uzaklaşmak zorundaydı, bunu demek istiyoruz. Ne nihilist ne septist, ne daha ne kadar varsainkar ya da trajik kuşkuculuktan sözedildiği yok! Her sorunu çözmek için atomize edinceye dek bu bilimsel tutumla sorgulayıp, bu düzlemde sınanan doğruda birikmek, bu birikimi insanal ve tarihsel gelişmenin sürecine, yeniden üretim potasına, böyle bir sıcaklığa sürmekten sözediyoruz. Ve bu anlamda, doğru olarak bilinenin, doğruysa doğruluğunu yanlışsa yanlışlığını maddi yaşamda, insanal pratikte ve bilimsel düzlemde denetleyen, sınayan, kanıtlayan, bu uğurda araştırmayı ve sorgulamayı, en genel bağlamda yeniden üretimi koşullayan bir bilimsel kuşku payından sözediyoruz. Doğruluğu yine de mutlak ve durağan ve yerleşik olmayacak olan bu belirlenim ve sonuçlardan, uzam ve zaman içinde an be an doğrulanacak daha üst kazanımlardan sözediyoruz vb.
İnsanlık, hayatın her cephesindeki pek çok yasak-tabu'yu, daha çok böyle bir üretkenlikle
Bilimsel kuşku dedik, ne ölçüde doğru bir tanım-kavram bu? Bunu, burada tartışmaktan çok, dahası üretken olmayan trajik kuşkuculuktan vb. temelli ayrılığını vurgulamak içinde kullandığımızı kısaca not düşüp geçelim. Ki, gerçekten üretici, tarihsel ilerleyişe ivme taşıyıcı bilimsel kuşku zaten bilimsel düşünüşle varlaşan bir olgu. İmanın kimlik bulduğu yer, bilinmeyenin, bilinmek istemeyenin, çözümsüzlüğün hükümran olduğu yerdir ki, burda kuşku en büyük yasak-günah, şiddetle cezalandırılması gereken suçtur! Doğaldır ki, bir yandan imana, boşinanlara yaslanıp, diğer yandan da bilimsel düşünüşe-kuşkuya hak tanımak mümkün değildir. İlerletici, sorgulayıcı üretkenlik ancak ve ancak bilimsel düşünüş formasyonlarıyla işlevselliğini kazanır. Bilimsel kanıtlı doğruların kararlılıkla savunulması, böylesi bir doğrulayış ve inanışla direnilmesi daha derin bir anlamlılık kazanır, demekteyiz. Ki böylesi bir direniş, soyut bir imanla ya da dogmatik bir tutuculukla izah edilemez; aksine, ancak daha ilerdeki tarihsel-toplumsal-bilimsel vb. bir gelişmeyle altedilebilir, yani bir diğer deyişle, daha üst boyutlara taşınmış bir gelişmeyle yıkılabilir olandan sözediyoruz ki bu da diyalektik gelişimin seyridir, dilidir.
Gelişmenin diyalektiği bu ise, sorunsalın tartışma gerçekliğimizde bu güne dek ortaya konuluşu/konulmayışı ne ölçüde ikna veya rahatsız edici olabildi? Gelişmenin dinamiklerini çoğaltan ve yerleşik beğeni/inanışları/değerleri zorlayan rahatsız eden bilimsel kuşku içerikli sorgulamalara ne oranda şans tanınıp, koşulları hazırlanabildi? Diyelim ki problematiğin özellikle ele alınmaya değer şu yanlarına bakalım; (...)
Bunlar daha çok, marjinal konumdaki sorun/sorgulama unsurları olarak öne çıkan şeylerdi. Kuşkusuz ki üzerinde konuşulmaya değer çok daha önemli ya da güncel şeyler de var ve bunlar değişik çevrelerce sürekli gündeme getirildiklerinden, yinelemek istemedik. Ve olaya dair ele aldığımız bu kimi örnekten sonra, gelişimi ebgelleyici işlevli yanlış gelenek anlayışlarında sorunu odaklayacak olursak; yaşamın her cephesinde, yazın/sanat/kültür/siyasi/askeri/ethik/estetik vb. her alanda, insanlığın mükemmel bilgi birikim ve deneyimini, Lenin'in deyimiyle 'arşiv memurunun eski evraka yaptığı gibi' saklı ve atıl tutmamak gerekmektedir. Hem köksüzlüğe hem de tutuculuğa birlikte tavır almak, ne onu yasaklamak ne de pranga gibi taşımamak gerekmektedir. Bilinir ki, 'bütün ölmüş kuşakların geleneği büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.' (Marx) Ezilmemek, yaşamın ve tarihsel ilerleyişin motivasyonu bakımından da geleneğin yaşayan öğelerini ısrarla sahiplenmek gerekmektedir. Ancak, daha ötesi, yani onu kutsallaştırmak, tarihsel ilerleyişe ayak bağı kılmak değil! Ve bu yanılgı genellikle en çok acısı çekilen yanılgılardan biri olagelmiştir. Ki çoğunlukla -ve Nazım'ın anlatımını tercih edersek- ''Gençlikte dogmatizme, değişmeyen ebedi hakikatlere saplanmak ve bunları kabul etmek ileri bir işmiş gibi gelir insana.'' Bununla demek istiyoruz ki; aslolan, eski de olsa güzel'e ısrarla sahip çıkmak, onu kararlılıkla savunmak ve ancak, değişen uzam ve zamana, değişen tarihsel/toplumsal koşullara denk düşmeyeni, artık gerçekten de eskiyeni atmasını, yeni ve yenilmez olanı kuşanmasını iyi bilmemiz gerekmektedir. Hayatın her cephesindeki mücadeleye geniş ufuklar, sonsuz olanaklar sağlayan ve ivme taşıyan haklılık ancak bu kavrayışla kendi gerçek kimliğini kazanabilecektir.
Sorunsalın bir yanı bu..
4.
Ve tarih tanıktır.
Rusya'da 905 devriminin yenilgiye uğramasıyla birlikte Stolipin yönetimindeki karşı-devrimci terör, ideolojik alandaki yoğunlaşmasıyla da dikkati çeker. Ve sütelik yılgınlığa kapılmış kimi eski Marksistler de bu saldırıya figüran rollerde katılırlar. Bunlar Marksizmi revizyondan geçirme telaşı ve ona felsefi temel kazandırma sevdasındadırlar. Mach ve Avenarius'un yeni müritlerinin bu amprioktirism'ine dev bir yapıtla yanıt veren Lenin, tavrını; ''Marksizm ölü bir dogma, olup bitmiş, hazırlop, değişmez bir doktrin olmayıp, aksiyon için canlı bir klavuz olduğuna göre, sosyal hayat şartlarında meydana gelen bu görülmedik derecede hızlı değişmeyi nefsinde aksettirmemezlik edemezdi.'' ile gerekçelendirir. Burda öğretici olan, bu kapsamlı çalışmayla oluşturulan sonuçların Marksizme kazandırdığı felsefi boyutluluk, mücadele somutunda sağladığı yarar, atılım ve gerçekleşen motivasyonun yanısıra, bizzat sözkonusu gerekçelendirmenin de ta kendisidir. Yapılan; güncel ve somut altüst oluşu yoksamak ve eskiye dair normatif ısrar değil, doğrudan revizyonist saldırı başat rolü oynamasına karşın, buna yine ilk elden 'sosyal hayat şartlarında meydana gelen bu görülmedik derecede hızlı gelişmeyi' özümseyerek, o hep sözü edilen somut koşulların somut tahlilinden yola çıkarak yanıt oluşturmak olmuştur. Bilimsel olmayan bir tutumla bu özümsemeyi gerçekleştirmek mümkün müydü? Hayır! Ve üstelik o yıllar pek çok devrimci yapılanmanın giderek burjuva anlamda sosyal demokratlaştığı, dekadan edebiyatın egemenliğini sürdürdüğü, düşünsel bağlamda aydınların Marksizmi 'demode' bulup ondan vazgeçtikleri felsefi alanda yine Hegel, Nietzsche, Kant, Fichte'ye döndükleri, emperyalist paylaşım savaşına hazırlığın yükseldiği, ülke somutunda çeşitli anti-Marksist, menşevik yapılanmaların yaygınlık kazandığı vb. bir dönem. İşte böylesi bir dönemde bilimin, bilimsel düşünüş ve inancın yerine bir tür dinsel imanı koyan fideistlere Lenin, bolşevik devrimi hazırlama ısrarıyla, ideolojik-felsefi alanda böyle görkemli bir yapıtla yanıt verirken, tavrını oldukça derinlikli bir gerekçelendirişle açıklıyordu.
Öğretici olan ve ne yazık ki yeterince kavranamayanın da bu olduğunu düşünüyoruz. Yani, fideizme ideolojik /felsefi bağlamda tayin edici yanıtlar oluşturan Lenin, tavır veyöntem olarak normatif bir ısrarı, eski doğrularda tıkanıp kalmayı değil, doğru olanda direnerek ama değişeni de mutlaka özümseyerek ve ilişkin sonuçlar oluşturarak mücadeleye, tarihsel ilerleyişe yeni açılımlar sunmuştur. Lenin'in yine şu yaklaşımı hayli önemli olsa gerek; ''Devrimcilik alanında kusurunu kavrayıp bilmek, yarıyarıya düzeltmek demektir..'' Yoksa, kusuru 'fazilet' diye göstermek değil! Günümüz fideistleri de tükenişleri biriktiriyor, kendi çaplarında saldırılar örgütlüyor olabilirler ve bu çok önemli değil. Sonucu bu saldırılar/tahribatlar belirlemeyecektir. Aslolan öncelikle 'kusur'u bulmak, gelişen/değişen koşulların ve her cephesinde hayatın sorularına doğru yanıtlar, derinlikli politikalar üretebilmektir. Saldırı etkisizleştirilir, tahribat giderilir, yeter ki, hayatın gereksediğine denk düşen özümseme ve ilişkin yeniden üretim gerçekleştirilmiş olsun. Çeşitli yanılgılar böyle aşılacağı üzre, dönemsel bir karakteristik olarak da kendisini ortaya koyan yeni fideist çırpınışlar ezilir vb..
Yine, dönemsel bir karakteristik olan benmerkezci/bireyci eğilim, yaşam tarzı önerileri ve toplumcu yapılanış/yaşayışı bu prizmadan eleştirme ve benzeri gelişmelere karşı, bunun düşünsel-felsefi ve yazın-sanat alanlarındaki yansımalara karşı ne ölçüde gereksinmeye denk düşen özümseme sağlanıp, yara sarıcı ilerleyişe koşullayıcı yeniden üretim gerçekleştirilebildi, bu da mutlaka ki irdelenmeye değer. Diyelim ki o 'sınıfsız topluma yolu düştüğünde yabancılık çekmeyecek birey' bu kimliği nasıl edinecek, bu yetiyi şimdiden nasıl kazanmaya başlayacak? Hayır, bu hâlâ ve ısrarla önemini koruyan bir sorun! Benmerkezciliğin/bireyciliğin tahribat şansı biraz da sorunsala sağlıklı yanıtın oluşturulamaması, gereksinmeye denk düşen o yeniden üretimin yapılamayışıyla orantılıdır. Yoksamak en kolay yoldu. Oysa, değişme/dönüşmenin, değiştirme/dönüştümenin sosyal, siyasal, kültürel vb. temel toplumsal boyutluluğu sağlıklı yanıt oluşturulması durağına uğramadan işlevsel olamıyor. Bireyci savrulmaları, karamsarlığı, tarihsel ilerleyişe ayak bağı olan imanı ve inkarı estetize etmeye çalışan yeni fideistlerin durumun ayrımında olduklarını , özellikle bu cephede gedikler açmaya çalıştıklarını iyi görmek gerekmektedir. Hayır, sorun ne liberterlerin üç sacayağı, ne de Fromm, Reich, Freud ya da Foucault vb. değil bir başına. Sorun bunlara karşı savunma mevzileri oluşturmak da değil. Hayır, sorun apaçık saldırıdır! Birey/bireysel yetkinleşme adına bireyciliğin ve benmerkezciliğin beslendiği 'kusur'a karşı da saldırı ve belki de öncelikle bu 'kusur'a saldırıdır. Ki, toplumsal birey olgusu sorununa, bireysellik, toplum-birey ilişkisi vb. sorunlara gelişen hayatın gereksinmesine denk düşecek daha yetkin yanıtların oluşturulması zorunluluğu açıktır. ''Kitlelerin yeni çağına uymak zorunda olduğumuza göre birey ile kitleler arasındaki ilişki sorununa tam bir çözüm bulmamız gerekmektedir''diyordu M. Zedung, önemini ciddiyetle koruyan bu sorun için.. kuşkusuz ki, soruna çözüm üretildi, sınandı ancak sorun hala ciddiyetini koruyorsa, değişmeye ve gelişmeye denk düşen ölçüde yeniden üretimi ısrarla sürdürmek gerektiği açıktır. Bu biraz da, yerleşik ve hatta tabulaşmış, hayatı üretmeyen anlayış, yaklaşım ve değerlendirmeleri sorgulamaktan geçmiyor mu? Ki 'değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden' değişen ozanımızın dediğince; ''Sınıfsız bir cemiyette ne kadar insan varsa o kadar ayrı karakter'' olacağına inananlardansak, benmerkezciliğe/bireyciliğe en sağlıklı yanıtı böylesi bir kavrayış ve ilişkin özümseyişle oluşturmak, yaşam somutluğunda ona kimlik kazandırmak zorundayız demektir. Altüst oluşların, yeniden ve daha üst toplumsal kuruluşlar çağının bireyleri olarak, aksayanın, tıkananın rahatsızlığını duymak zorunda değil miyiz? Bu rahatsızlık duyulmadıkça, değişim ve dönüşümü koşullayacak potansiyeli ve eylemliliği atıllaştırmış olmaz mıyız? Birey olarak da, toplumsallaşma ve bireysel yetkinleşmeyi, yani kollektivizmi ve bireyselliği kendi gerçekliğimizde ifadelemek ve yaşamın cephelerinde savaş hattına sürmek durumundayız demektir bu ve.. İnsan, ilkel ilişki ve bağlaşıklarından bağımsızlaştıkça, insanal tarihsel süreç içinde bireysel yetkinleşmesini kavramaya/kurmaya çalıştıkça, bunu becermek zorunda olduğunu anladıkçai emeği ve yarattığı değerleri ve düşleriyle, güzelleşti. Açıktır ki insanlık kendi gerçek tarihini yaşamaya başlayacağı günün öncelerinde, yani şimdilerde mevcut sorunlarına tabularına sığınaraki mistik bir huzur arayarak, toplumsal tembellik ya da fideist vb. savrulmalara kapılarak çözüm bulamayacaktır. Bu çözümsüzlüğün çözüm olarak algılanışından öteye birşey olamaz. İnsanın kendi güzelliğine denk düşen çözüm, döğüşmektir! Tarihsel, toplumsal, sınıfsal her gelişmenin önündeki engellere başkaldırmaktır! Korkuyu, yasakları, yabancılaşmayı ve bireyciliği aşmaktır! Bunlara yenilen, yılgınlığa düşen birey, kendi yaşamını değiştirmedikçe, gelişeni ve değişeni özümseyip gerçekten yeni olanı kuşanarak kendini ilerleyişe hazırlamadıkça, içinde yer aldığı her türden toplumsal kuruluş ya da ideolojik/politik yapılanmalarda da ancak ve ancak çözümsüzlüğü, bireyciliği vb. türünden tikenişleri biriktirir. Bu birikmelere tahammülü olmayacak bir yapı ise, öncelikle sorunsala doğru yanıtlar yanıtlar oluşturmak, bileşiminde yer alan her bireye de doğrulukla kavratmak zorundadır.
5.
''İnceleme alanındaki düşmanımız, bildiklerimizle yetinme anlayışıdır'' diyordu M. Zedung. Ve bunu, bildiklerimizin/savunduklarımızın yanılgısız, ölümsüz, mutlak doğrular olduklarını düşündüğümüzü, bununla yetinip, bu anlamda da doğruluklarına duyulan inancı fetişleştirmek olarak anlarsak, düşmanımızın önemi daha çarpıcılaşıyor olmalı..
Ve ancak; ''..en küçük bir kuşkunun bize delilik gibi görünebileceği denli sağlam doğruluklar da yok mudur? İki kere ikinin dört etmesi, bir üçgenin açısının iki dik açıya eşit olması, Paris'in Fransa'da bulunması, yiyecek bir şey bulamayan adamın ölmesi vb. gibi? Yani ölümsüz doğruluklar, son çözümlemede kesin doğruluklar yok mudur? Elbetteki vardır ve yine Engels'in anlatımıyla sürdürürsek, bunlar; ''.. bütün insanlar ölümlüdür, bütün dişi memeli hayvanların süt bezleri vardır vb. gibi'' doğruluklardır ya da ''Kuşların gagaları vardır'' 'Napoleon'un 5 Mayıs 1824'de öldüğü gibi en kötü cinsten yavanlıklar ve beylik düşüncelelrdir''. Bunların yazılışında yüzyıl sonrası, yani günümüzden, bu 'en kötü cinsten yavanlıklar ve beylik düşünceler'den güncel örnekler vermek de mümkündü ve belki doğru olan da buydu ne ki, yine o 'düpedüz ahlak yıldırımları'nı önemsediğimizden (!) olacak ki Engels'ten aktarımı yeğledik.
Kuşkusuz ki, bütün bunları söylerken; ''Bugün bulunduğumuz bilgi düzeyinin bütün öncekilerden daha kesin olmadığından hiç de kaygı duymamak..'' (Engels) gerektiğini yadsımıyoruz. Her tarihsel periyodda biriken göreli gerçeklerin toplamında ifadeleşen saltık gerçek; kapsam, yönelim ve işlev itibarıyla açıktır ki çığırını bulan çığdır ve görkemli çoğalışıyla ilerlemektedir. Bu, her cephedeki insanal eylemliliğin başarılarında, daha çok sorun ve daha çok sonuç/doğruda birikmek ve ilerleyişi koşullamaktır. Ve bu sürecek.. Bu anlamda da, bugün için doğru bildiğimiz pek çok şeyin bu görkemli çağın altında ezilip gidebileceklerini, bilimsel bir öngörüyle anlamak durumundayız. ''Çünkü -diyordu Engels- bütün görünüşe göre, biz, henüz insanlık tarihinin başında bulunduğumuz ve bizim bilgimizi düzeltecek kuşakların, bizim çoğu kez büyük bir küçümsemeyle, bilgisini düzeltme durumunda bulunduğumuz kuşakların çok daha kalabalık olmaları gerektiği için, en değerli sonuç, bizi, bugünkü bilgimiz karşısında son derece güvensiz kılmaktan başka bir şey olamaz''
Burada biraz duralım!
Çünkü bizlerden sözediliyor. Yani, Engels'in sözünü ettiği o, 'bizim bilgimizi düzeltecek' dediği kuşaklardanız! Hayır, Engels'in açıklıkla ifade ettiği 'bugünkü bilgimiz karşısında son derece güvensiz kalmak' kadarından değil -ki ne de olsa bilimsel düşünce daha çok sorun ve sonuçla, daha doğrulanıp zenginleşti diyelim- baştan beri vurgulamaya çalıştığımız şekliyle hiç değilse doğru bildiklerimize dair bilimsel bir kuşku payından sözedebilsek diyoruz. Kimilerinin, tabuları yıkmak adına bilimsel inancı da yoksayarak tükenişi ve inançsızlığı fetişleştirdiği ya da yeni fideist eğilim ve arayışların ortalıkta boy gösterdiği böylesi bir sağlıksızlığa verilecek yanıtın, yine bu duraktan geçmesi gerektiğini düşünüyoruz. Kişinin -ya da herhangi bir politik yapılanmanın, çevrenin vb.- devrimci düşünceyi savunduğunu söylemesi hiç yetmiyor. Üstelik sağlıksız konumlanışlarla, egemen güçlerin ve ideologlarının koşullamaya çalıştığı 'devrimci prototip'lerini haklı çıkarmaya kimselerin hakkı olmasa gerek. Ezel/ebed ölümsüz doğruluğunun savunulamayacağı yerde, üstelik devrimci düşünce adına dogmatik bir ısrar ya da fideist savrulma doğal ki hiç ikna edici değil. Ve kaldı ki, İncil'i elinden düşürmediği söylenen ve kendisi de bir papaz olan Newton 'evrenin sırlarını çözmek, yasalarını ortaya koymak için Kutsal Kitap'a bakmamış da, o gerçekten güçlü aklını sonuna kadar kullanmış'sa, benzeri durum Einstein ve benzeri bir çok araştırmacı, bilim adamı için geçerli olmuşsa, bilimsel dünya görüşüne sahip olduklarını söyleyenlerin bu noktada, bunlardan daha ileri bir yerde olduklarını daha en baştan kabul etmek gerekmiyor mu? Bilimsel doğruların doğruluklarının bile ölümsüz/mutlak olmadığı, bu doğrulukların ancak belirli koşullar gerçekliğinde doğru oldukları, kendi doğruluklarını yine bilimsel gelişme ve nedenlerle yoksayan koşullarda artık doğru olmayabilecekleri herçekliğine karşın; herhangi politik bir değerlendiriş, tespit ve yorumu bile, en hafif kıyaslamayla, E (eşittir mc 2 kesinliğinde algılama/savunma tanrı, çoğu kez bilimsel düşüncenin savunulduğunun söylenmiş olmasına karşın bunun yine çoğu kez hiç de ikna edici olmadığına küçük birkanıttır.
...
Toparlarsak; yadsınması gereken, bireyi daha düşünmeye, üretkenlik ve yetkinliğe, direnme ve kararlılığa, yaratıcılık ve gelişme hattına taşıyan bilimsel inanış değilidir. Hayır, bu gereklidir, bu ilerletici olandır, bu geleceği kurmanın kurmanın heyecanı ve çarpan nabzıdır. Olmaması değil, olması gereken budur. Ve sözkonusu bu inanış, yaşam gerçekliğinde, mücadele tarihi sürecinde de haklılığını, doğruluğunu üreten ve yaşatan, tarihin ileriye taşacağını kanıtlayan
Bunun için gerekli olan; skolastiklerin 'Credo ut intelligam' ( anlamak için inanıyorum ) değil, biraz da bu bağlamda Nazım'ın şu dizesi üzerinde yeniden düşünmektir:
''Anlamaya çalışıyorum, inanmayı yitirmenin pahasına''
Aralık' 87 ........ cezaevi..
Mehmet Çetin
DİPNOT YERİNE
Bu çalışma aslolarak, son dönemlerde 'putları yıkmak' adı altında geliştirilen ve adlandırılış itibariyle yararlı görünümüne karşın, gerçekte her türlü toplumsal düşünüş, eylemlilik, inanış ve değerlere karşı sonuçlar oluşturmayı, benmerkezcilik/bireycilik ekseninde kişiyi kendine tapar, kendine put kılar amaçlı çırpınışlara karşı içeriklenmeyi hedeflenmişti. Yanısıra; diyelim ki Nazım'ın 1929'da Resimli Ay'da gerçekleştirdiği 'putları Yıkalım' kampanyasının anlamlılığına işaret edecekken ve bu nedenle de daha çok yazı-sanat alanını kendine tartışma alanı olarak seçecekken ve yine Nazım'ın yıllar sonra da olsa Stalin konusunda benzer tutumunu (ve hatta çelişkin sürecini) tartışmaya değer bulacakken, bilebildiğimiz kadarıyla ömrünce 'Atatürk' sorununda hayli ciddi ve sonraya da olumsuz bir miras olarak bıraktığı bu yanılgısından sözedebilmeyi düşünmüşken.. Yine, yaşamaya devam ettiğimiz sürecin karekteristiklerinden olan ve asıltehlikeyi oluşturan sağ savruluşları bu bağlamda irdelemeyi de gerçekleştirmek istememize karşın, en yetkin yanıtın yine Lenin'in fideistlere yanıtını gerekçelendirişten geçeceğini, yani 'sosyal hayat şartlarında meydana gelen bu görülmedik derecede hızlı değişmeyi' özümsemenin öncel olduğunu ilkin ve ısrarla bu perspektif ve kavrayışı edinmenin tayin edici önemde olduğunu düşündüğümüzden, çalışma kendi iç mantığının seyrini izledi. Bunu sahiplenip, önemsedik. Çünkü ve yine Lenin'in dediği gibi: ''Bütün engelleri aşabilmişsek eğer , bu kendi durumumuzu güzel göstermeye çalışmadığımız içindir'' diyebilmenin heyecanını duyalım istedik.
www.mehmetcetin.info
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder