15 Temmuz 2011 Cuma

İLK ÇIĞLIĞINI ÜSTLENEMEYEN İNSANLIK: Mehmet Çetin

İÇERDEKİNİN NOTLARI

Mehmet Çetin


İlk çığlığını üstlenemeyen insanlık /Son gülümseyişini de koruyamaz!*


    ''Büyümek her yerde zordur.''


    Deniliyor, ABD'de başkent metrosu duvarlarına asılı panolarda, bir çocuk fotoğrafının yanıbaşındaki açıklamada. Konu Türkiye'deki insan hakları ihlalleri ve kampanyayı Uluslararası Af Örgütü sürdürüyor.


    ''Büyümek her yerde zordur. Ama Türkiye'de işkence haline gelebilir.'' Bunu duyduğumuzda, bizim için yeni bir şey olmadığını bilsek bile, irkiliyoruz. Ve anında bir çok şeyi, belki bir anda sıralanamayacak kadar çok yakıcılığı anımsıyoruz. Hayır, anımsamak değil bu, çünkü unutulmuş ya da artık geçmişte kalmış bir şey değil.. halâ ve ısrarla yaşanıyor olmasına karşın yine de geçmiş yıllara ait bir mektupta yazılanları anımsamadan ve paylaşmadan edemiyoruz;


     ''Abi'' demişti, o sırada henüz dokuz yaşında olan bir çocuğumuz;'' geçen gün okulumuza müfettiş geldi, sınıfımıza geldiğine herkesin beslenme çantalarını açmasını söyledi. Ben, zengin çocuklrının çokca bulunduğu bir okulda okuyordum. Arkadaşlarım çantalarını açtılar. Hepsinin çantasından adını bile bilmediğim bir yığın yiyecek çıktı. Benimkinde ekmek zeytin vardı, utandım açmadım. Müfettiş, aç çocuğum çantanı görmek istiyorum dedi, ben açmayınca öğretmenim gelip açtı. Utandım ağladım.''


     Bu, tam da 'güneş kokan enselerinden koklaya koklaya' öpmek istediğimiz o çocuklarımızın birinden, diyelim ki Ezgi kızımızdan gelen bu, düştüğü yeri değdiği yeri yakan ateş mi çığlık mı gözyaşı mı bu, tanımlaması güç ama aynı anda bir çok şeyin açıklaması olabilen mektupta, dilegelen bu yakıcı gerçekliği anımsamadan edemedik. Hayır, bilmemek değildi bizimkisi; büyümenin ülkemizde bir işkence haline gelebileceğini bilmemek değildi, ve ilk çığlıklarını üstlenemeyenlerin bu, en evrensel gülüşü koruyabilmeleri de kuşkusuz ki kolay değildi. Hayır, bu evrensel gülüşün yine en yakıcı evrensel bir çılık olduğu koşullarda, bu gidişe dur demek, ilk çığlığı üstlenmek ve son gülümseyişi korumak için kimi evrensel duyarlılıkların geliştirilmediğini söyleyemeyiz.


     Çocuk da insandır, denildi; çocukların da hakları var ve kendileri bu hakları savunamazlar, çünkü onlar çocuk. Ve onların haklarının korunmasının, uluslararası platformda bu hakların bağıtlanıp güvenceye alınmasının gerekliliği üzerinde hayli şey söylendi. Ki, çocukların İnsan Hakları Bildirgesi'nin tüm ilkelerinden yararlanması perspektifiyle bir de Çocuk Hakları Bildirgesi hazırlandı. Çocuk yılları belirlendi, kutlamalar yapıldı, açıklamalarda bulunuldu ne ki.. çok şey değişmedi. İşte, bunu da kanıtlayan Çocuk Hakları Bildirgesi'nden bir kaç madde;


    ''Çocuk, hiç fark ve ayrım gözetilmeksizin bütün insan haklarına sahip olmalıdır.''
      ''Çocuğun sosyal güvenliğine, tıbbi hizmetlere ve sağlık bakımına hakkı vardır.''
     ''Çocuk, her türlü zulüm, özellikle erken yaşta işe alınmayla ilgili olan sömürüye karşı korunmalıdır.''


     ''Çocuk ırk, din yönünden veya siyasi bakımdan ayrımlara karşı korunmalıdır.''


     ''Bütün çocuklar eğitim ve gelişim bakımından eşit fırsatlara sahip olmalıdır.''


     vb.


     Bunları biliyorduk.


     Tıpkı, insanal pratikte ilk çığlığın ve yine ilk gülümsemenin de çocukluğa ait olduğunu bildiğimiz gibi, biliyorduk. Ve insanlık tarihinin o ilk çığlık/gülümseyişten bugünlere geldiğini de biliyorduk. Ve yine o günden bu güne yeryüzünün bütün cehennemlerinde namlulara sürülenin daha çok çocuk yürekleri olduğunu.. haklı-haksız nice savaşta ve işgalcilerin süngü uçlarında donakalan ilk gülümsemenin çocuklara ait olduğunu dilimizdeki şarkılar kadar keskin, biliyorduk. İnsanlas tarihte bilinebildiği kadarıyla onbeş bin kadar savaşta ölmedilerse, büyüme savaşında ne kadar çok çocuğun açlıktan, dengesiz ve yetersiz beslenmeden, ve pek çok hastalıktan vb. nedenlerden dolayı öldüğünü.. artık yeryüzünü değil, gökyüzünü fethe çıktığımız şimdilerde daha 'an-ne' denilecek kadar kısa sürede, dünyamızda bir çocuğun bu nedenlerden dolayı öldüğünü de biliyorduk. İnsanlık utancının krematoryumlarından ya da Nagazaki'den göğe yükselmiş yanık insan eti kokusu ve küllerinin ilk çığlık ve son gülümsemelerle orada asılı durduğunu da biliyorduk. Suçsuz, aramıza kendi istemleri dışında katılmış ve savunmasız çocukların hemen her vesileyle nasıl katledildiklerini yakın yakın tarihten de biliyorduk; top mermisini savurduğumuz mağaralardan, soykırım cehennemine çevirdiğimiz dağlardan, oralarda bir yerde düşleri kadar parçalanmış çocuk bedenlerinden, diyelim ki Halepçe'den biliyorduk; siyanür, hardalgazı ve daha ne çok 'bomba-ı kimya' ile nice Kürt çocuğunun anne göğsünde, sokak ortasında belki tam da oyunlarının orta yerinde ansızın öldüklerini.. idam edilmeden önce ırzına geçilen kız çocukları olduğunu duyuyorduk İran'da, ve sadece 1987 yılında 120 bin çocuk / gencin okullarından alınıp haksız savaşaın cephelerine, yani top yani namlu yani süngü ağzına sürüldüklerini, biliyorduk.


     Evet, anne karnında sorgulanan, daha dünyamıza 'yer açın' komutunu veremeden işkenceye tanık olan, anne karnında işkenceden geçen, cezaevlerinde doğan, ancak yaşamak, büyümek için direnememiş çocuklar olduğunu da biliyorduk. İşgalcilerin alınçatılarına taş savururken  o 'küçük genarellerin' daha elleri havadayken nasıl vurulduklarını ya da kolları taşlarla kırılan kefensiz tarihin koynuna gömüldüklerini, biliyorduk. Yazgıları çoğunlukla hastalıktan, açlıktan ve savaştan ölmek olan, kendi istemleri dışında aramıza katılmış ve yine de büyüme inadını sürdürmüş bu küçük varlıklarımızı eğer söz konusu cehennemlerde öldürememişsek, sevgisiz dünyada, emeklerini sömürerek, sevgi ve eşitlik yoksulu dünyamızda onlara daha çok cehennemler yaratmayı başardığımızı; özel çocuklar, işçi çocuklar, yoksul çocuklar, sürgün çocuklar, mahpus çocuklar, savaşan çocuklar vb. nice kategori yarattığımızı, biliyorduk.


     Dünyamız özellikle çocuklar için tekin değildi hiç, biliyorduk. Ve ilk gülümsemeyi değil, ilk çığlığı çoğaltıp duruyorduk işte.. bilmediğimiz şeyler değildi bunlar. Tıpkı, büyümenin her yerde zor olduğunu bildiğimiz gibi.
     At izinin kurt izine karıştığı dünyamızda büyümenin  zor oldu gerçeği gibi, ülkemizde de büyümenin zor olduğunu , ve dahası bunun işkence haline gelebildiğiniz elbette ki biliyorduk. Ve hatta büyümekten vazgeçen  kimi çocuklarımızın / gençlerimizin sayılarını, intihar biçimlerini istatistik verilerle biliyorduk.Diyelim ki sadece 1985 yılında intihar edenlerin %4'ünü 15 yaşından küçük çocukların oluşturduğunu... yaş sınırını yirmilere tırmandırdığımızda bu oranın %36'ları bulduğunu... intihar edenlerin %45'nin ancak ilkokul mezunu olduklarını da biliyorduk. Çocuktan yana sıkıntısı olmayan bir ülkeydik ki, aynı yıl nüfus sayımı itibarıyla ülkemizde 15 milyonu aşkın çocuk bulunduğunu biliyor, ve belki biraz da bunun rahatlığıyla 'giden gider kalan sağlar bizimdir' cinayetleri hafifseyebiliyorduk. kendi çatışmalarımıza çocukları kurban edişimiz bile çok etkileyemiyebiliyordu kimilerini ki, 12 eylül öncesi süreçte  tam 94 çocuğun bu çatışmalarda öldüğünü.. 12 eylül sonrasında bunun başka biçimler alarak ve daha çok devlet terörü biçiminde sürdüğünü biliyorduk. Ve ölümleri dışında pek çok çocuğun işkenceden geçirildiğini, tutuklanıp cezaevine konulduğunu da biliyorduk. Tamam, çoğunu okutamamışız, bu doğru.. ama gözleri önünde büyüklerine insan dışkısı yedirebilmişiz.. ya da çocuk yaşında iş cehennemleriyle tanıştırmışız çocukları; örneğin tarlalarda çalıştırmışız ya da koluna 'altın bilezik' takma avunusuyla eti senin kemiği benim diye çırak vermişiz, her gün uykulu bedenlerinden ve düşlerinden birer parçayı çarkın dişlerine  bıraka bıraka.. ki, 1985 yılı itibarıyla yaşları 12-14 arasında olan 1.302.751 çocuğun iktisadi faaliyet kollarında çalıştığını istatiki olarak tespit etmişiz. Sağlıksız yaşam koşulları, dengesiz ve yetersiz beslenme, emeği sömürme, eğitimde fırsat eşitsizliği, eğitimde kışla disiplini, geleceğe güvensizlik, sevgisizlik ve sosyal yaşamdan yoksunluk ve iş kazaları adı altında iş cinayetleri.. daha sıralanabilecek pek çok gerekçeden dolayı ülkemizde büyümenin bir işkence haline gelebildiğini , üstelik kimi ayrıcalıklı çocukların da verili ekonomik, sosyal vb. olanaklarına karşın, daha çocuk yaşta kendilerine yine kendi istemleri dışında biçilen roller ve ilişkin koşullamalar sonrası çocukluklarını yaşayamadıkları sevgisiz bir ortamda büyüdüklerini.. bir bütün olarak çocukların, tüm araçlarıyla düzenin çarpık kültürel şiddetine maruz kaldıklarını ve bunca ykıcılığa karşın, büyümenin kesinlikle bir işkence haline gelebildiği ülkemizde, 'dünyada çocuk bayramı olan tek ülke' demogojisinin yıllardır yapılageldiğini ve benzeri gerçekleri en azından  bu kadarıyla, biliyorduk.


     Bir de, 12 eylül sonrası özellikle koyulaşan başka bir yakıcılık daha vardı; işkence düzeninin baba / anne ya da herhangi bir yakınını ezalandırmakla yetinmeyip, potansiyel 'suçlu-terörüst' olarak gördüğü ve böylece en olmadık acılara tabi tuttuğu, çocuklarını katledip kekemeleştirmeyi kendine 'iş' edindiği, böylesi acı ve çığlıklarla kuşatılan çocuklar gerçeği.. Yani cezaevinde doğmuş ya da büyümüş, yani babasını annesini görüş günlerinde demir parmaklıklar ardında tanımış ya da uzun yıllar babası / annesiyle ilişkisi böyle sürebilmiş ve hatta cezaevlerindeki insanlıkdışı koşullara direbdiği için görüşe çıkarılmadığı, mektup bile yazdırılmadığı için  anne / babasıyla uzun dönem bir tek ilişkisi bile olmamış, yüzlerini görememiş, sözlerini duyamamış, anne ya da baba diyememiş, anne / baba ya da herhangi bir yakınını, yani o çocuk yüreğinin yarısını ve sıcaklığını zindanlarda bırakmış çocuklar gerçeğinden ve yıkıcılığından söz etmeye çalışıyoruz. kendileri de işkenceden geçmiş, zindana atılmış çocuklardan.. yani, aranan babasına karşılık rehin olarak günlerce hücrede tutulan 9 yaşındaki Eylem'den, daha 4 yaşındayken işkencede anne ve babasını yitiren Cemil'den sözediyoruz.. yani gözlerinin önünde anne ve babasına işkence edilen Pınar çocuktan.. ve yıllardır kargacık burgacık elyazılarıyla içerdeki yakınlarına yüreklerini, gülümsemelerini taşıyan çocuklardan söz ediyoruz.


     ''Dağ ardından olsun, taş altında olmasın'' di bir atasözü olduğunu da bu çocukların içeriye taşıdığı mektuplardan öğrendik. Ve kırlangıçların yeni bir ilkyaz getirdiğini Londra'dan Jessie ''Şimdi ilkbahar!'' dediğinde, 7 yaşındaki Cemil Cihan ''Sevgili babacığım (...) bahar geldi ağaçlar yaprak açtı'' dediğinde öğrendik.


     ''elimi şakağıma bırakır susarım sen konuşursan


     hiç gücenmeden avuçlarına kapanır yalvarabilirim


     babası içeri düşen bir çocuğun gözlerini anlatırsan''


     Diye, şiirler yazdığımız günlerdi, ve İpek'in ''Babacığım ne sevimli bir babasın / Ne tatlıdır senin sesin / Canım mısın bilmem nesin / Benim güzel babacığım'' diye şiir yazdığını da öğrendik. Küçük şirinimiz, 7 yaşındaki İnaç'ın, babasına olan sevgi ve özlemini; ''Canım babacığım, tatlı babam, seni çok çok çok seviyorum. Çikolata, şeker, turşu kadar çok çok çok seviyorum.''  diye dile getirdiğini, göğsümüzdeki yangını ağzımızın kıyısındaki gülümseme ile susturmaya çalışarak, öğrendik. Yine, ''Ağbi, bazı yatağa yattığımda seni düşünüp, ağlıyorum'' dediğini, ağladığını öğrendik on yaşındaki Menzil'in ve Erdal İnönü olsaydı hapistekileri çıkarırdı. Herhalde duymuşsundur görevinden istifa etti' yorumuyla, politik arenadaki gelişmeleri hangi bakış açısıyla yorumladığını, ''Sen de çıkıp evlensen.. bir yegenim olsa, sevsem. Ne kadar iyi olurdu. Öyle seveceğim geldi ki..'' diye bir başka özlemini dile getirişini öğrendik.


     Cezaevi ile karakol arasında kendince bir ayrım göremeyen Meral'in, ''canım amcacığım, karakoldan çıktığın zaman seni evimize bekleriz.'' davetini aldık.. ve henüz 8 yaşındaki Hezra'nın ''Ağabeyciğim (..) hapisten çıkman için sana dua ediyoruz.'' diyerek, kime ve niçin dua ettiğini de gülümseyerek öğrendik. Dokuz yaşındaki Deniz, ''Dayıcığım inşallah bu mahkeme beraat edersiniz de biz de sizlere kavuşuruz'' derken, çocukların daha bu yaşta mahkeme / beraat vb. kavramlarla bunca tanışıklığının anlamını kavramaya çalıştık. Ya da birgün savcı olup, dayısını hapishaneden çıkarma kararını düşündük Samiye'nin. Ve Gülşen'in; ''Amcam, sen diyorsun ki babanla oturup tartışın. Amcacığım, babam ne kadar okumuşsa çok geri kalmış. Bir siniri tutsa bizi bir ay döver. Ben ve S. babamızdan çok korkuyoruz. Ve çok çekiniyoruz. Babamla tartışmıyoruz.'' diyerek, sorunlarını yanıbaşındaki babasıyla değil de, içerideki bir yakınıyla paylaşma duyarlılığına ve öğreticiliğine tanık olduk.


     ''Sevgili babacığım, biliyorsun ki geçen cumartesi İnsan Hakları Haftası'nın son günüydü ve o gün bir çocuk şenliği düzenlendi. Tüm babası hapiste olan çocuklar özlemlerini yazarak okudular. Ben de senin bana yazdığın şiiri okudum'' diyordu 9 yaşındaki Pir Savaş ve insan hakları kavramıyla bu yaşta tanışmasından da haberdar olduk. Başka haberler de aldık bu çocukların kendini içeriye taşıdıkları mektuplardan; Beşiktaş'ın Fenerbahçe'yi yendiğini 7 yaşındaki Cihan'dan öğrendik örneğin ve Uğur'un çileli gününü de, ''Ben deniz havası istiyorum. Arabamın olmasını istiyorum'2 diye tanımladığını, yine aynı Uğur'un daha 7 yaşındayken, ''Sevgili babacığım (...) halam hiç gülmüyor. Ama gülünce çok güzel oluyor.'' diyerek gülümsemeye, gülüşe düşkünlüklerini nasıl ifade ettiğini öğrendik.


      Cezaevlerinde insanlıkdışı yaptırımlara, insanların gerektiğinde yaşamlarını ortayere koyarak karşı durduğu günler, babası görüşe çıkarılmadığı için uzun bir süre babasıyla görüşemeyen 8 yaşındaki Meral'in; '' Bilemezsin babacığım, senin görüşüne geliyoruz biliyorsun ve bu bizi çok üzüyor, neden görüşmüyorsun bizimle?'' diye sorduğu günlerdi, ya da mektup yazmanın, bir çocuğun sorusuna yanıt olabilmenin bile yasak olduğu, Selen'in, ''Abiciğim (...) hapisten çıktığında bana neler olup bittiğini anlatır mısın?'' diye sorduğu günlerdi.


     ''sorarlar ve çağrısını bulur direndiğimiz


     ötesi yorgun yüzümüzdür öpülmeye hasret''


     Diye, şiir yazmayı öğrendik. Çocukların, içerdeki yakınları, üzerine nasıl titrediklerini de, yine onlardan öğrendik; ''Sevgili amcacığım'' diyordu, İlknur, ''sakın hastalanma tamam mı? Kendine iyi bak, sıcak tutmaya çalış kendini, sıcak şeyler giyin. Sakın üşütme kendini tamam mı?'' diye tembihleyip duruyordu. Dahası, ''Amca, arkadaşlarınla iyi geçin olur mu? kavga filan yapmayın, yaparsanız üzülürüm.'' diye tasalandığını da öğrendik. Mehmet'in, ''Çabuk kurtulun!'' çağrısını aldık  ve Gün'ün, ''Sevgili amcam (...) Belediye reisi yolları yapacağına bizim evi durdurdu.'' diye şikayetini de aldık.


     ''Güzel gözlü babacığım'' diye sesleniyordu 8 yaşındaki Ceren, ''Babacığım seni çok özledim. Seni hep görmek istiyorum ama gelemezsin keşke gelebilsen benim güzel babacığım. Gözlerinden öperim. Canım babacığım. Canım ailem.''diye çığlıklanıyordu ve aynı yaştaki Kurtuluş, cezaevindeki ağabeyine yazıyorken birden dönüp askeri cezaevi müdürüne; ''Komutanım'' diyordu, ''Komutanım, abimin ikisini de salın, ellerin abisi gelirken bizim de boynumuz bükük kalıyor. Komutanım abim gilin ne suçları var ki onalrı salmıyorsunuz komutanım..''


     Bilmemek değildi bizimkisi, bir bir duyuyorduk bu çocukların çığlıklarını, bir bir.. ve babası arandığı için uzun siredir onu göremeyen 9 yaşındaki Sevgi'nin, ''Sevgili canım amcam''diye seslenip, ''Oturduğumuz yer çok kötü rutubetli, her hafta hasta olu-yorum (...) babam olsaydı daha büyük bir ev tutardık'' diye çığlıklandığnı da duyduk. Duyduk ve hiç unutmadık. Ve bunca sağlıksız koşullarda kanayan bir çığlık gibi yaşamasına karşın, tv'de izleyebileceğini umduğu 23 Nisan kutlamaları nedeniyle dünya çocukları için amcasına, ''sade beni değil de bütün dünyanın çocukalrını seyredebilirsin, beni sevdiğin kadar da onları seversin. '' dediğini de öğrendik. Aynı yaştaki Özlem'in de, yine içerdeki amcasına, ''Ben de hayal kurarım''dediğini öğrendik, ''Mesela birisini söylüyeyim. Herhalde askerler sizi dövmüşler. Ben de gidip askerleri dövmek istiyorum. Ama aklıma hemen şöyle bir soru geliyor onlar da gurbetten gelmişler belki küçük kızları filan vardır, özlüyorlardır..''


     Prmağını emmeye devam ettiğini kardeşi Mazlum'dan öğrendiğimiz Alev, ''senin de biraz yanlışların olabilir, doğal bir şeydir, insanlar çok yanlış yapar'' dedikten sonra, babasının kendilerinden uzak düşmesine sitem eden 9 yaşındaki bu kızımız, ''Bütün dünyada babanın yeri önemlidir. Bütün çocuklar babalarını sever. Birgün de olur sen de hapishaneden çıkarsın, seninle o günü kutlarız'' diyordu. O günü erken getirmek isteyen P. Savaş'ın, babasını kurtarmak için 'düşman askeri olmaya karar verdiğini de biliyorduk. Ve, ''Yeni yıl geldi / takvimler bitti'' diye yeni yıl şiiri yazıp beklentilerini sıralarken, babasının çıkıp gelmesinden neden sözetmediği sorulduğunda; ''Bu şiiri altmış kişinin önünde okuyacağım. O zaman sınıftaki herkes babamın içerde olduğunu öğrenir'' dediğini, ilkokul öğrenimi boyunca yakın bir-iki arkadaşı dışında bunu herkesten bir sır olarak sakladığını da öğrenmiş olduk.


     Öğreniyor ve düşünüyorduk.


     Bunca yıl bu ve benzeri 'sır', korku, kaygı ve acılar kuşatmasında, sözün özeti olan böyle bir DEHŞET'le yaşamanın sorumluları ya da payandaları kimlerdi? Hayır, bilmemek değildi bizimkisi, belki daha iyi anlama telaşıydı ya da farklı yaklaşaımları sorgulamaya çalışmaktı.. Yani, ilerleyen yaşlarına karşın bu çocukların bir çoğunun hala yatak çarşaflarını ıslattıklarını kimi vesilelerle duyuyorduk ve sormadan edemiyorduk; yatak çarşaflarını ıslatanlar gerçekte kimlerdir? Bu çocuklar mı? Ve belki abartılıydı ancak yatak çarşaflarını asıl ıslatanların büyükler olduğunu düşünüyorduk! Ne ki, koca insanlar kalkıp çarşaflarını ıslattıklarını  üstlenemeyeceklerine göre, bu 'suç'u kestirmeden küçüklerin üzerine yıkmışlar.. diye yorumlar geliştirdiğimiz oldu.


     Haksızlık mı etmiştik? Belki..


     Hayır, bunun çeşitli bileşkenli bir 'neden'in sonucu olduğunu, yani aslolarak verili işkence düzeninin ürünü olduğunu kuşkusuz ki ayrımındaydık ve ancak bu temel gerçeğe karşın  geliştirilebilecek bir tavır, bir müdahale olabileceğini, olması gerektiğini düşündüğümüzden, yani işkence düzenine çeşitli boyutlardaalınan tavrın aynı zmanda sonuç ve tahribatlarına duyarlı bir müdahaleyi içermesi gerektiğini de umduğumuzdan, belki tam da bu anlamda yatak çarşaflarını ıslatanların biraz da çocukların bu yıkıcılıklarına ilişkin duyarlıklar geliştirmeyen o 'büyükler' olduğunu düşündük.


     İnkar gelinemez; hep birlikte yaşadığımız, sanığı ya da tanığı olduğumuz bu sancılı süreçte, fişlenebilir nüfusun yaklaşık dörtte birinin fişlendiği ve yaklaşık 1. 680 bin kişinin sorgudan, tezgahlardan geçtiği, bunlardan yaklaşık 400 bin kadarının sadece politik nedenlerle gözaltına alınıp yine ağır işkencelerden geçirildiği ülkede, işkenceye karşı mücadele farklı bir kötürümleşme tehlikesi her an için mümkündü. İşte bu kötürümleşmenin özellikle işkence sonrası tahribatlar, çocuklar gerçeğinde vb. büyük ölçüde yaşandığını düşündük.


     Değilse nasıl inkar gelinebilir, en azından nasıl kanıksanabilirdi çocukların bu çığlıkları? yani bunca insanın işkencelere uğraması sonucunda bir başka gerçek daha varlaşmıyor, bir başka DEHŞET daha durmuyor muydu ortayerde? bunca 'büyük' insanın doğrudan ilişkili olduğu durumlarda üzerinde doğrudan etkili  olduğu mülyonla ifade edilebilecek 'küçük' insanlar gerçeği tüm yanlılığı ve yıkıcılığıyla orta yerde değil miydi artık? Bu durumda; işkencede ölümler, kayıplar, kafa / kol / bacak / kaburga kırılmaları, travmatik olgular, yani psikofizyolojik  somutluk dışında, diğer sonuçlarla da ilişkili ve ilgili olmak, işkence sonrasının süregiden tahribatlarıyla ve bundan paylarını  alan çocuklar olgusuyla daha doğrudan ilgilenmek çok mu extrem bir ilgi olurdu? Sayıları tereddütsüz olarak milyon hanesinde aranabilecek kadar çocuğumuzun  doğrudan ya da ilişkili olarak işkence süreci sonucunda özellikle psikosomatik, psişik rahatsızlıklar taşıyageldiği ve bu rahatsızlıkların çocuklar gerçeğinde bir ömür boyu  tahribata devam edebileceğini düşünmek  ve düşünmenin akabinde müdahale ve mücadele yollarını oluşturmak, bunu en azından denemeye çalışmak hiç mi mümkün değildi? Sorun özel olarak birilerini yargılama ya da suçlama değil -Ki hala bu süreci yaşamaya devam ettiğimize göre, mutlak anlamda vakit geçmiş de değil-  ve dahası bu konuda kimi duyarlılıkları  da inkar gelmediğimiz açıktı ne ki yeterince ikna edici de değildi. İşkenceyi sadece işkencehanelerde gerçekleşen bir olgu ve işkenceye karşı mücadele perspektifini de kötürümleşmiş bu bakış açısına teslim etmemek, uğranılan psikolojik / fizyolojik saldırıları işkence sonrası tahribatlarıyla, kalıcı ve yıkıcı etkisiyle, bunun çocuklar gerçeğindeki önemiyle birlikte vb. düşünülmesi gerektiğini bekledik.


     İnsanımız bu kadarını haketmedi.


     Çocuklarımız, hiçç..


     Yani bir bütün olarak işkence düzeninin yarattığı sonuçlardan yıkımlara uğraması, uzun yıllar derin izlerinin taşınabileceği 'çocukluk travmaları'na vb.yıkıcılıklara karşı etkin duyarlılıklar ve ilişkili tavırlar geliştirmemek kimi duyarlılıkların ancak, VAHŞET'in boyutluluğuyla kötürümleştirilmiş olmasıyla açıklanabilirdi ki, bu da oldukça düşündürücüydü.


     Kaldı ki dünyamızda -ve özellikle son yıllarda- oluşmaya başladığı söylenen bir 'işkence sonrası bilimi'nden sözedilebiliyorduysa, ülkemizde bunun hiç değilse  bu işkenceden paylarını  fazlasıyla alan çocukların ve ilişkili büyüklerinin birlikte rehabilite edilebileceği  'çocuk psikiyatrisi merkezleri' vb. oluşumlar için adımlar atılabilmesinde kendisini ifadelemesi gerekiyordu. Hem de farklı alanlarda düzenin tahribatına karşı gündeme getirilen kimi alternatif oluşumlardan da öncelikli olarak gündeme taşınması gerekiyordu diye düşündük.


     Çocukları kekemeleşen bir toplum bir bütün olarak kendisi kekemeleşmiş  demekti.. ve kekeme çocuklar ancak işkence düzeninin, kekeme bir toplumun ürünü, sonucu ve geleceksizliği demekti ki, bu, artık umudun ve ütopyanın bile yitirilmesi demek olabilecekti. Hayır, umutsuz düşmek değildi bu ancak, hüzünlenmekti.. ve kısacası; bu konudaki içtenlikli yaklaşımın, çocuk hakları ve sorunlarına çeşitli biçimlerdeki pragmatik yaslanmalarla değil, bunun yıkıcı bir çığlık, toplumun yitirilmemesi gereken ütopyası olduğunun yürekte, bilinçte, beynin fonksiyonel bir hücresinde derinlikli olarak duyulabilmesinden geçecekti, diye düşünmekti bizimkisi.


     Bunları da yine çocuklarımızdan öğreniyor, ve düşünüyorduk.


     ''başarısız intiharlar sevincidir yüzümdeki duruş


     içimsıra dağlanmışken şiirim konuş ey çocuk


     çıplak ve ateşten ve insandan çoğalan ses, konuş''


     İşte, konuşan bu çocuklarımızdan öğrendik ki, kısacık yaşamlarının kendilerine kazandırdığı bir tavırla, sorunlarını, sevinçlerini, korku, sır ve çığlıklarını kimlerle paylaşıp paylaşmayacaklarına kendileri karar vermek gibi bir sonuca varmışlardı. Bunun için kimsenin kendilerini yargılamaya hakkı yoktu artık. Bunu başka vesilelerle kanıtladıkları gibi, uzun uzun yazdıkalrı mektuplarda da dile getiriyorlardı. Büyümek her yerde zordu. Bunu anlayabiliyorduk ancak büyümenin ülkemizde böylesi bir işkence haline gelebilmesinde diğer kimi etkenlerin neler olduğunu -çok özele indirge-meden de olsa- çocukların kendileri tanımlasınlar istedik.


     Ancak, tüm bu zorluklara, insanlıkdışı koşullara karşın, yüzleri güneşe ve gülüşe dönük olarak ille de büyümek isteyen bu çocukların içeriye daha çok gülümseyiş taşıdıklarının da altı çizilsin istiyoruz. Diyelim ki, fotoğrafta üzgün ve asık suratlı gördüğü ağabeyine, gülümsemesi için mektubunun tam yarım sayfasına ''Gülmeni isti yorum'' diye yazan Sezen'i unutamıyoruz.. ya da, 7 yaşındaki Taner'in ''Biricik amcacığım seni o kadar seviyorum ki, anneme diyorum ki bir bebek doğursun istiyorum. Erkek olursa senin adını koyacağım ama merak etme annem doğurmazsa yengem hamiledir, doğurursa, erkek olursa senin adını koymak istiyorum'' dediğini hiç unutmuyoruz. Hayır, düzenin araçlarıyla suçlamasına karşın bunlar içerdeki yakınlarnı ısrarla savunan ve korksalar, yalnızlıklar ve acılar içinde kalsalar da kimselerin kendilerine acımasını beklemeden gülümsemelerini sürdüren, dahası kendilerini şanslı bile görebilen çocuklar. İşte, ''Herkes benim kadar şanslı olsa, herkesin iki tane senin gibi  babası  olsa benim gibi şanslı olurlardı.'' diyen Deniz bu çocuklardan sadece biri. Ve ölüm orucu sürecini yaşamış babalarının bir  başka cezaevinde müşadiyeye alındığını, işkence gördüğünü öğrenen  İlgi-Eylem kardeşler de ''Babacığım'' diyorlardı, ''İnanıyor ve güveniyoruz ki sen bu zorluklara dayanırsın. Seninle övünüyoruz ve sana güveniyoruz. Biz de burada bazı zorluklara alışıyoruz. Biz de sana çekmişiz. En zor şeyleri aşacağımıza inanıyoruz. (...) Bizim de mutlu bir yuvamız olacak!''


     çocuklar kendi çığlıklarına olduğu gibi, kendi gülümseme ve düşlerine sahip çıkmasını, büyümenin işkence haline gelebildiği ülkemizde, yine de büyüyerek öğreniyorlardı. Ve biz de bunu kendilerinden öğrendik.


     Ancak, bu çocuklar bir şeyden daha haberdar olsunlar istiyoruz;


     Duyuyoruz ve öğreniyoruz ki, şimdilerde her onbeş seçmenden birinin yine bir yerlere seçilmek için aday olduğu ülkemizde;


     Yineliyoruz;


     Her onbeş seçmenden birinin seçilmek için aday olduğu  şu günlerin Türkiye'sinde, ve 8 milyonu aşkın nüfusuyla, onbinlerce çocuğun emeğinin en hayasız yol ve yöntemlerle sömürüldüğü, öğrenim ve fırsat eşitsizliğin en uç noktalarda yaşandığı, pek çok çocuğun en yakınlarının hala  cezaevlerinde olduğu, ve yine pek çok çocuğun sokakları mesken tuttuğu, açlık, korunaksızlık, sevgisizlik ve geleceksizliğin kol gezdiği, sadece 1987'de evlerinden kaçan çocukların sayısının bir önceki yıla oranla %47 arttığı, ve buna karşın bu tür çocukları barındırabilecek toplam 1120 kapasiteli 7 yurdun bulunduğu, acımasız koşullarda çocukların kendi gülüşlerinden uzak yaşadığı ve daha çocuk yaşta yaşlandığı bu büyük kentte, bu 8 milyonluk İstanbul'da, çocuk haklarını savunmak, korumak, güvenceye alıp geliştirmek mücadelesini bir ucundan da olsa üstlenmek isteyen İHD Çocuk Komisyonu'nda çalışmak için, evet, bu komisyon için bir elin parmakalrı kadar dahi aday bulunamamış!..


     Yineliyoruz;


     . . .


     Hayır, yinelemiyoruz artık. İlk çığlığını üstlenemeyen insanlık, son gülümsemesini de koruyamaz! Ve bunu daha önce de yararlandığımız bir yaklaşımla açımlarsak; ''Eğer bir Yunan tragedyası oynuyor olsaydık, olayların başka türlü gelişmesinin olanaksız olduğunu düşünerek herhangi bir değiştirme girişiminde bulunmayışımızı haklı gösterebilirdik. Ama durum böyle değil.''(**)


     ''Büyümek her yerde zordur. Ama Türkiye'de işkence haline gelebilir.''


Mehmet Çetin
Özel Tip Cezaevi- Bursa|Şubat'89
Eylül Çiçekleri /(Derleme)

( * )İşçi Dünyası, 4-22 Mayıs 1989
( ** )Protesto, Kavram Yayınları

Hiç yorum yok: