24 Ağustos 2010 Salı

Yas Kitabı Dersim 38'i yazdılar: Mehmet Çetin

Önsöz yerine / Mehmet Çetin
“Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir” diyen Hallac-ı Mansur, neredeyse bin yıl öncesinden Dêrsimlilerin, en azından son yüz yıldır yaşadığı derin yalnızlığı tanımlıyordu sanki.
Nitekim tespit edilebildiği kadarıyla ‘38’e kadar Dêrsim’e yüzü aşkın‘sefer’ düzenleniyor. (1) Yani sadece 20.Yy.’da Mazgerd, Qırgan, Qoçgiri, Pılemori, Qocan ve en sonunda da ’38 Jenosidi’ni yaşayan Dêrsim, zaman zaman vicdani tanıklık sunan kimi yaklaşımlar dışında, çektiği acılardan kimsenin pek söz etmediği bu cehennemi hep birbaşına yaşıyordu.

’38 Dêrsim Tertelesi hatırası kurşun, süngü veya sürgün yaralarıyla insanlar hala yaşıyor, muhatapları bunları kitaplar, dergiler, belgeseller, albümler, eylemlilikler yoluyla anlatmaya çalışıyor olsalar da, tuhaf bir şekilde duyulmazdan, görülmezden gelinen bu ‘trajedi’, CHP Grup Başkanvekili Onur Öymen’in ‘Kürt Açılımı’ dolayımıyla 10 Kasım 2009’da TBMM’de yaptığı konuşma(Ek:1) sonrasında, Kasım-Aralık 2009’da, yüzlerce makaleye konu oluyor, Dêrsim meselesi, yetmiş yılı aşkın bir suskunluğun ardından, önemli bir gündeme dönüşüyordu. Butün bu sefer ve katliamlar bugüne kadar, ‘eşkiyalık’, ‘asayiş’, ‘isyan’ gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor, ‘kamuoyu’ vicdanından ses çıkmıyor, dahası ülkenin komünist partisi bile neredeyse devlet ile aynı gerekçelerle bu katliamları destekliyorken (2) nasıl oluyordu da birden böyle bir ‘vicdani tanıklık’ sunuluyor ya da ‘vicdan terennümü’ yapılıyor, ülkenin başbakanı dahi hem ‘Dêrsim’, hem de ‘Dêrsim Katliamı’ diyebiliyordu.


Açıkçası, bunca ‘canlı’ kanıta rağmen, bugüne kadar neredeyse hiç duyulmayan Dêrsimlilerin, acılarına dair bunca ‘duyarlı’ yaklaşımı biraz da bu deneyim nedeniyle, evet, belki belirli bir iyimserlikle, ama ‘senin hilelerinle baş edemedim’ diyen Seyidlerinin hatırlatıcı cümlesinin tedirginliğiyle karşılıyor, tepkilerini böyle bir dikkatle dile getiriyor olmalarını da anlamak gerekiyordu. Nitekim, Kasım- Aralık 2009’da yazılmış onca yazıya, söylenmiş onca söze karşın, gündem hızla değişiyor ve hatta kendi ağzıyla ‘Dêrsim’ dediği halde, TBMM’ye sunulan Tunceli’nin adının yine Dêrsim olmasıyla ilgili önerge(Ek:3) aynı Başbakan ve vekilleri tarafından reddediliyordu.

Evet, ‘yara kanatılmış’ ve sonra da kendi ‘kanıyla’ başbaşa bırakılmıştı yine. Ki, Deniz Baykal’ın, Balyoz Darbe Planı ile ilgili gözaltıları, Ermeni soykırımı suçunu işlediği söylenen ‘Malta Sürgünleri’ne benzetmesi karşılığında Başbakan R.T Erdoğan’ın “Malta sürgünlerini hatırlatanlar 1938’e dönsünler. Sayın İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemdeki Tunceli sürgünlerine baksınlar. İlçe ilçe, köy köy bu ülkenin insanları nerelere, nasıl sürgün edilmişler ona baksınlar. Eğer daha ileri giderlerse bunların vesikasını da açıklarım. Bunlar elimizde mevcut.”(3) dediği anda yine hatırlanıyordu ki, ortada, onbinlerin acısını dahi siyasi ‘şantaj’ olarak kullanabilen ahlakıyla bir devlet zihniyeti vardı.

Böylece, yalnızlık ‘cehennem’inde kendi kaderlerini ve kederlerini yaşayan Dêrsimlillerin, ‘isyan gül atılarak bastırılmaz’ diyerek devlet politikaları ve katliamlarını meşru göstermeye çalışan kimileri dışında, başbakandan milletvekiline, gazeteciden, araştırmacıya, pek cok ‘duyarlı’ insanın, acılarına nasıl bir vicdani tanıklık sunduğu bahsinde bir emin olamayışı yaşaması da, hem tarihsel arkaplan ve hem de güncel diğer kimi gelişmelerle yine anlaşılır olmaktaydı.

Dêrsim, ‘çıbanbaşı’ mıydı..
TC’nin, neredeyse kuruluşundan başlayarak hep bir çıbanbaşı olarak nitelediği Dêrsim’e dair bu politikası, sadece dönem hükümetleri politikası olmayıp, doğrudan bir devlet politikası olduğu, hükümetlere göre değişmeyen yaklaşım ve uygulamaların devamlılığında gözlemlenebiliyordu.


Bunun en açık kanıtlarını, Dêrsim henüz ‘Tunceli’ olmadan, ıslahını öngören ve “Bu ıslahın icrasından sonra 25 sene devam etmek şartıyla mefküreci unsurları memur göndermek ve bunlara misyonerlik yaptırarak, havali Kürtlerini Türkleştirmek” önerisinde bulunan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in Raporu ile 1930”da Jandarma Umum Komutanlığı tarafından hazırlanan Dêrsim Raporu’ndaki, “Hülâsa, Dêrsim evvelâ koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır” yaklaşımında görmek mümkündü.

Yine, TC’nin kurucusu M.K. Ataturk’ün 1936”da Meclis açılışındaki konuşmasında; “Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dêrsim meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir” diye dile getirdikleri, hazırlanan raporların nasıl uygulanacağının en yetkili ağızdan ifade edilmesi olarak görünmekteydi. Dönemin başbakanlarından İsmet İnönü’nün 1935 Kürt Raporu’ndaki yaklaşımı bunun nasıl bir devlet politikası olduğunun bir başka kanıtı olmaktaydı: “Dêrsim vilayetini yeni usülde teşkil edeceğiz...” demekteydi İ. İnönü; “1935 ve 36’da yolları, karakolları yapılacaktır. 1937 ilkbaharına kadar hazır olursa mürettip (düzenlenmiş) ve seferber iki fırka kuvvet ilbaylığının (valiliğinin) emrine 1937 ilkbaharında verilecektir. Süratle bütün Dêrsim silahtan tecrit olunacak, İlbaylığın o zamana kadar tetkiki neticesinde kuvvetle yapılmasını tasavvur ettiği, hükümete bildirdiği icraat da yapılacaktır. Bundan sonra Dêrsim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün bu tasavvurlar gizlidir.”

Bütün bu tasavvurların, devlet politikası olmasının gereği olarak ‘gizli’liğini halen koruduğu bilinmektedir. Yakın günlerde TBMM arşivinin açılması kararı alınırken dahi, İstiklal Mahkemeleri arşivinin gizliliğini koruması, Genelkurmay arşivinin açılmasının teklif dahi edilemezliği, genel olarak bölgede, özel olarak Dêrsim’de, neredeyse en başından beri ‘Tek devlet, tek millet, tek bayrak’ merkezli bir egemen ulus inşasının hangi hazırlıklardan geçip geldiğini anlatmaktaydı. Dêrsim katliamından Atatürk’ün haberi olmadığı dezenformasyonuna en açık yanıtı da yine dönemin başbakanlarından C. Bayar vermekteydi:
“Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dêrsim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dêrsim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı... O sırada biz konuşurken, Dêrsimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dêrsim’i’ dedi ve vurduk...”

Bu ‘vurma’nın neticesi ise dönemin Emniyet Müdürü İ. S. Çağlayangil tarafından dile getiriliyordu: “Neticeyi söylüyorum. (…) Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirlediler. Yediden yetmişe o Dêrsim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dêrsim davası da bitti.”

Bitti sandılar, öyle..
’38 Tertelesi’nde zehirli gazın da kullanıldığını Çağlayangil üzerinden öğrendiğimiz bu; sadece kurşunlayarak, süngüleyerek, yakarak değil, zehirleyerek ‘bitirme’ harekatı, yakın zamana kadar, ‘isyan’ gerekçesiyle meşrulaştırılmak isteniyordu. Ancak, İttihat Terakki’yle başlayan, özellikle de 1930’lardaki ‘Güneş Dil Teorisi’ ve ‘resmi tarih’ tezleri ile olgunlaştırılan ideolojik-tarihsel konsept, Mahmut Esat Bozkurt’un şu yaklaşımında yeterince açıklıkta dile geliyordu zaten; “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar hakikati böyle bilsinler!”

Dağların hakikatini başka bir bağlamda konuşmak gerekse de, Atatürk’ten İnönü’ye, C. Bayar’a, İ. S. Çağlayangil’e kadar devlet temsilleri üzerinden dile gelen bu politikalar, ‘isyan’ dezenformasyonuyla, bir halkın nasıl katledildiğinin, fiziki soykırım sonrası nasıl bir kültürel soykırım politikası izleneceğinin en yetkili ağızlardan dile gelmesiydi.

Osmanlının son dönemlerinde belirginleşen, etnik arındırmalar yoluyla egemen bir Türk ulusu inşa etmenin politikaları gereğince, Ermeniler öncelikli olmak üzere, Asuri-Süryani, Rum-Pontus, Nasturi, Ezidi, Keldani, Çerkez, Laz vb. farklı etnik ve inanç sahiplerine yapıla gelenler, İttihat Terakki’den TC kuruluş sürecine ve sonrasına dair devletin ‘derin’ niyetine yeterince kanıt sunmaktaydı. Ki, fiili Ermeni soykırımı yetmez gibi, Dêrsim’de, bu katliamdan kurtulmuş Ermeni orijinli alevi aşiretleriyle ilgili iddialarda bulunan Turk Tarih Kurumu Eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun, “1936-37’de devlet bu dönmeleri ev ev tespit etmiş” itirafıyla bir kez daha açığa çıkıyordu ki, devlet, ‘kılıç artıkları’nı bile takibe devam ediyor ve - Hırant Dink’in katline buradan da dikkat çekilebileceği gibi- Dêrsim Jenosidi’ne bu pencereden de bakmanın gereğini hatırlatmış oluyordu.

Kırmanciya Belekê’den Tunçeli’ne..
Oysa biliniyor, söyleniyor ve yazılıyordu ki; Ermenisi vardı Dêrsim’in, Kırmancı vardı, Kurmancı, Türkmeni, hatta Çerkezi, Alevi-Kızılbaşı, Sunnisi, Ezidisi, Ateisti, Paganı, Hristiyanı vardı, var. Ama Dêrsim’i Dêrsim yapan zenginliklerin başta geleni de bu değil miydi zaten? Yani ‘kılıç artığı’ mağdurların birbirlerinin vicdanlarına sığındığı, böylece de kardeşleşmenin yurdu kıldıkları bir yer değil miydi Dêrsim? Dêrsimliler muhtemelen yüzyıllarca ve tam da bu Saiklerle ‘Kırmanciya Beleke’ adıyla anmamışlar mıydı yurtlarını?(4) TC tarihinin neredeyse tamamını özel kanun, örfi idare-sıkıyönetim, olağanustü hal ile geçiren Dêrsim, TUİK tarafından yakın dönemde açıklanan 2009 nüfus verilere göre(5), nüfus ve demografik dağılımda ülkenin en ıssız kenti çıkıyor. Şaşırtıcı olmasa gerekir ki mevcut seferler, sürgünler, göç ettirmeler sonucu olarak tarihsel Dêrsim’in ancak bir kısmını temsil eden Tunceli’de şimdilerde metrekareye 11 kişi düşebiliyor. Dêrsim’deki binlerce asker, emniyet gücü ve dışarıdan atanmış memurlar dahi Dêrsim’in bu ıssızlığını azaltmış görünmüyor.


Oysa, TC Tunceli Valiliği verilerine göre 1935’te 101.099 olan ‘Tunceli’ nüfusu, 1945’te 90.446’ya düşüyor. Bunun ’38 Tertelesi ile yakın bağı şimdilik geçilse bile, 1960-70’li yıllarda nüfusu hızla artan Dêrsim’in, 1978’de ilan edilen sıkıyönetim, 12 Eylül dönemindeki yıkım ile 1987’de başlayıp 1992-95 yılları arsında yoğun olarak yaşatılan köy yakmalar(6) ve devlet terörü nedeniyle tam bir insansızlaştırılmayı yaşadığı buradan da görülebiliyor. Yani 1975’te 164.591’i bulan nüfusu itibarıyla şimdilerde yüzbinleri bulması gereken Dêrsim, 2009’da 83.061 olarak tespit edilen nüfusuyla 1935’teki nüfusundan bile daha ‘ıssız’ bir duruma düşürülebiliyor. Yeterince fikir verici olsa gerekir. Dêrsimliler için ’38 Jenosidi’ni aratmayan 1992-95 yıllarındaki zulüm, köy yakma-boşaltma döneminde, “Askerler köye geldiklerinde...” diyordu, Çat Köyü Muhtarı Emirali Karakaya; “...güz mevsimiydi. Ben de cevizlerimi dökmüş, kurumaları için evin damında güneşe sermiştim. Evleri ateşe verdiler, damdan aşağı inip bir-iki yatak kurtarırım umuduyla ateşin içine daldım. Dışarıya çıktım… panik içindeydim… öyle ki yatakları sırtımdan indirmeden tekrar evin içine götürüp… aynı şekilde tekrar dışarı çıkmışım. O an artık alevler evi sarmıştı.
İkinci kez evin içine girip geri döndüğümde, alevler içinde kaldığımı düşünen yaşlı köpeğimin pencereden içeriye atlayışını gördüm... öyle kalakaldım… bir an köpeğimin arkasından ateşe atlayıp, onun vefasına kayıtsız kalmak istemedim... bir yanda insanları ateşe veren insanlar, diğer yanda da küle dönen bir bedeni kurtarmaya çalışan bir köpek. İnanın o saatten sonra sanki yalnızca bu olayı anlatabilmek için yaşadım. Ben de yansaydım, yaşananları kim anlatacaktı…” (7)
Sahi, kim anlatacaktı?

Bütün bir TC tarihi boyunca dilleri yasaklanan Dêrsimlilerin önemli bir çoğunluğunun konuştuğu, kendilerinin Kırmancki (aynı dil başka bölgelerde Zazaca, Dımılki, Kırdki olarak da adlandırılmaktadır) olarak tanımladıkları dilleri de, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) 21 Şubat Dünya Anadili günü öncesinde yayımladığı tehdit altındaki diller atlasına göre Tehlike Altındaki Diller arasında gösterilmişti. Anlaşılan, Dêrsimliler için öngörülen sadece fiziki bir soykırım, sürgün, vb. haller ötesinde, bir de dilsiz bırakılmaktı da, peki kim anlatacaktı bütün bu olanları?

Kimi halklar neden birer ‘yas kitabı’
“Hayaletlerden, miras ve kuşaklardan, hayalet kuşaklarından, yani ne bizler için, ne bizim içimizde ne de dışımızda şu an yaşamayan, aramızda bulunmayan bazı başkalarından uzun uzadıya söz etmeye hazırlanıyorsam, bunu adalet adına yapıyorum”(8) diyordu J. Derrida.

Bu kitabın yayına hazırlık gerekçesi de benzeri bir aidiyette, yani ‘adelet” ve ‘sorumluluk’ arayışında vücud buluyor. Ki, Dêrsim meselesi konuşulurken, kod kavramın ‘adalet’, kendi terminolojileri ile söylenirse ‘hakkaniyet’ olması gerektiği, bir başka ‘hakkaniyet’ olarak bunca yıldır kendisini hatırlatıp durmaktaydı zaten. Yine de, yani böyle bir adalet ve hakkaniyet duygusuyla hareket edilse dahi, bu çalışmanın yüzyıla karşı dile gelmiş ‘mağdur çığlığı’nı karşılamayacağı daha en baştan kabul edilmelidir. Yine, bunca yıldır hemen her vesileyle dile getirilmeye çalışılan bu jenosidi görmezden gelmeye karşı bu kitap diğer bir eksiği de tercihen ve en baştan kabul ederek cümlesini açıklamaya çalışıyor. O da, kitaba alınan yazılar arasında, onca önemlerine rağmen hiçbir Dêrsimli yazarın çalışmasının olmamasıdır. Bu tavrın, bunca yıldır bu derin acıyı duymayı dahi denemeyen ‘muhatap’ vicdana yönelik bir başka eleştirel mesafe niyeti taşıdığı açıkça söylenmelidir.

Anlaşılacağı üzere bu derleme, 10 Kasım 2009’da, TBBM’inde O. Öymen konuşmasının vesile olduğu kimi tartışma yazılarından oluşuyor. Ancak, tartışmadan önce yazılmış olmasına karşın, özel katkıları itibarıyla Ayşe Hür’ün “Ermeni Tehciri, Dêrsim Harekâtı gibi olayların adını soykırım koyanların hangi hukuk kaynaklarını temel aldıklarını merak edenlerin kızarak da olsa okuma zahmetine gireceğini” de umduğu “1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 60 yılı” başlıklı makalesiyle; okuru olduklarını her vesileyle dile getiren, ama Dêrsim meselesinde dediklerini her nedense bilmezden gelen kimi çevrelere hatırlatma babında da, Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları” başlıklı tanıklık yazısı kitabın girişine alındı. Diğer yazılar esasen Kasım-Aralık 2009 ile sınırlıdır. Amaç da zaten Dêrsim Jenosidi’ne dair ‘eksiksiz’ bir kitap hazırlamaktan çok, bunca gecikmeyle de olsa tarihe bu süreçte düşülmüş kimi dipnotlarla, sonrasına dair ‘sorumluluk’ hatırlaması üzerinden, muhtemel Dêrsim okumaları ve vicdani bir yüzleşme için bir başka kaynak hazırlamaktı.

Bu dönemdeki diğer kimi yazılara dair söylenmeden geçilemeyecek bir başka keder ise, Dêrsimlilerin belli bir dönem CHP’ye oy vermelerini ‘Stockholm Sendromu’ olarak tanımlama, şimdilerde CHP’ye tavır alınmasını da “aferim” ile kutsama eğilimleridir. Doğrusu, bu yazılar da Dêrsimlilerin canını fazlasıyla yakmıştır. Bunların sosyolojik birer analiz değeri taşıyıp taşımadığı ötesinde, tarihi boyunca yalnız bırakılmış, ve hatta dahili olduğu Kürt coğrafyasında dahi yakın yıllara kadar bu yalnızlığı yaşamış Dêrsimlilerin, muhalefette hangi parti varsa onun üzerinden yaşama tutunma çabalarını görmezden gelmek, esasen “hakkaniyet” duygusundan da yoksun olmak anlamına gelmektedir. Değilse Dêrsimlilerin, yasal/yasadışı bütün sistem muhalifi örgütlenmelere dağlarını, evlerini açmaları, her türden bedele rağmen bütün olanaklarını paylaşıyor olmaları, ve sayılabilir benzeri Saiklerle sistem muhalifi konumlanışları başka bir sosyo-psikoljik açımlamayı da gerekli kılacaktır.

Bununla yeniden söylenmektedir ki Dêrsimliler, en azından son yüzyıldır kendilerine dönük zulüm, katliam ve asimilasyon politikalarının birer hükümet politikası olmayıp, devlet projesi ve uygulaması olduğunun farkındaydılar, farkındalar. Sistemin, sağ kalanları kültürel soykırımla ‘teslim alma’ harekatından etkilenmiş kimileri hariç, tam da bu farkındalık sebebiyledir ki Dêrsimliler, düşünsel olarak her konuda hemfikir olup olmamalarını dert edinmeden, zulüm sistemine başkaldırmış her ‘sol-muhalif’ söyleme özel bir yakınlık göstermiş, evlatlarının mezarının nerdeyse ev sayısından fazla olduğu bir trajediyi esasen bu saiklerle kabullenmişlerdir.

Hatırlanıyor ki, 1972’nin sonlarıdır. 12 Mart Faşizminin halkı her türden demokratik hak, örgütlenme ve özgürlükten yoksun bırakıp, takip, sorgu ve işkence ile; devrimci kadroları idamla, katliamla, zindanla sınadığı bir dönemde, hayatını düşlerini örgütlemeye adayan İbrahim Kaypakkaya Elazığ’dadır. Bir tanıdık üzerinden ulaştığı Dêrsimli genç bir devrimciye, yeni kurdukları örgütü ve siyasal programını anlatmaktadır. Ne ki, sabırsızlanan genç güncel bir soru ardından merakla sorar hemen;
-Asıl merak ettiğim şu; Kemalizm konusunda ne düşünüyorsunuz?
Adanmış bir ömrün ısrarı ve coşkusuyla konuşan İbrahim Kaypakkaya bu soru karşısında bir an için duraklar, ‘Kemalizm ile sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur’ zihniyetli bir sol-kültürel iklimde;
-Biz, Kemalizmin faşizan bir ideoloji olduğunu düşünüyoruz, diye yanıtlar. Bu yanıt karşısında o genç devrimci İbrahim ile anında el sıkışır ve o andan başlayarak kendileriyle birlikte çalışacağı ikrarını verir, öyle de yapar. Bundan kısa bir süre sonra Dêrsim’de yakalanan İbrahim Kaypakkaya ise, üç ayı aşkın bir işkence sonucunda, 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanında katledilir. Kürt meselesinde Dêrsim Jenosidi gibi bir yöntemi önermesiyle yoğun eleştirilere muhatap kalan Öymen’in “Ben Atatürk’ün yaptıklarını savunuyorum; ben faşistsem Atatürk ne?” sığınısı tam da tartışmanın en can alıcı yerine, yani Kemalizm boyutuna işaret ediyordu. Yasaların arkasına saklanma tavrı bir yana ancak, farklı bir saikle de olsa Öymen bununla, doğru bir soru da sormuş oluyordu. Biraz da bu nedenle kitabın son bölümü, buna karşı-yanıt veren ya da bunu destekleyen yazılar üzerinden Kemalizm tartışmasına ayrıldı.

Yani bu topraklarda ‘demokrat’ olmanın en önemli kriterlerinden biri Kemalizm meselesindeki tutum iken, bunca yıldır onun “faşizan” söylem ve uygulamalarını deşifre etme yerine, sol adına onun ideolojik kuruluşunu ve dezenformasyonu besleme tavrı, Dêrsim ve benzeri meselelerdeki görmezliği, duymazlığı, tavırsızlığı da belirleyen bir süreç olsa gerekirdi. Biraz da bu nedenle, tartışmaya katkı sunabilecek kimi eklerle birlikte kitabın son bölümde İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm ve CHP’ye dair 40 yıl öncesinden yaptığı analiz ve değerlendirmelerden kimi alıntılara da yer verildi.(Ek: 7) Kitabın son sözünü ise Recep Maraşlı’nın “Dêrsim Bahsinde Unutulanlar” başlıklı önemli değerlendirmesi söylerken, konuya ilgi duyanlar için bir, “Dêrsim Okumaları İçin Kaynakça” da kitabın sonunda yer aldı.

Ezcümle; adalet ve sorumluluk
Kitapta yer alan pek çok yazının da vurguladığı gibi; Türk olmayan Dêrsimlilere Türklük, yasaklanan anadilerine karşılık olarak Türkçe, inanç olarak da sunni islam dayatılmış, fetvalar verilmiş, katliam ve asimilasyon seferleri düzenlenmiştir. Ayrıca anlaşıldığı kadarıyla bu katliam ve meşrulaştırma sadece etnisite bağlamında değil, zaman zaman daha çok inanç ve yaşam kültürüne saldırı olarak gerçekleşmiş, bu dayatmalar ’38 sonrası, özellikle 12 Eylül döneminde –alevi köylerine cami yapılmasından, çocukların imam hatiplere zorla alınmasına kadar- ve ‘90’lı yıllarda bütün acımasızlığıyla sürmüştür. Bunun, sadece devletin ‘resmi’ uygulamalarıyla sınırlı kalmayan, devletin ideolojik aygıtlarının da devrede olduğu bir proje olduğu da yeniden vurgulanmalıdır. Nitekim, bir yandan Tunceli’de açtığı okul ve etkisindeki devlet kadrolarıyla Dêrsim’de bir tür misyonerlik faaliyeti sürdüren Fethullah Gülen, diğer taraftan “dinleri yoktur”(9) dediği Dêrsimliler için katli meşrulaştıran fetvalar verirken, bunun, benzeri gerekçelerle katledilen ve Dêrsimlillerin öncüllerinden gördüğü Hallac-ı Mansur’un katl fetvasıyla bin yıllık tarihsel ilişkisi ve gerekçe benzerliği de gözden kaçmamaktadır.

Anlaşılan, ‘niyet’ derindir ve Dêrsim, bu ‘derin niyet’ gereği dönem hükümetlerinin uygulamalarıyla sınırlı kalmayan bir devlet politikası ve zihniyetiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Bundandır ki, bütün ‘açılım’ söylemlerine, toplumsal muhalefet ya da uluslararası süreçlerin dayattığı kimi düzenlemelere karşın, Dêrsimliler tam da bu saiklerle söylenenleri tereddütle karşılanmakta, mevcut durum ile söylem arasındaki açının genişliğine dikkat çekmeye devam etmekteler. Bundan kasıt, Dêrsim’deki herhangi bir iyileştirmeyi bırakalım, insanına, kültürüne, doğasına dair yıkımların berdevam sürdüğüdür. Üstelik, aynı‘devlet’ zihniyetiyle; örneğin, 1896’da Anadolu Umum Müfettişi Müşir Şakir Paşa ile 4. Ordu Müfettişi Zeki Paşa’nın ‘Dêrsim’in Islahı’ için hazırladıkları ve 1930’larda Fevzi Çakmak’ın yeniden dillendirdiği ‘blok havuz’ politikası, şimdilerde devlet tarafından uygulamaya konulmuştur. Tamamlanan Mercan –ki bu barajın da mevcut yasalara aykırılığını tespit eden Dêrsimliller yakın günlerde Danıştay’da dava açtılar (10)- ve Uzunçayır barajından sonra, Dêrsimliler için ‘nihai yıkım’ olarak da adlandırılan Munzur Vadisi ve Xarçik’de yapımı planlanan barajlarla Dêrsim’in tümden insansızlaştırılması gündemdeki yerini korumaktadır. Zaten nüfusu 1930’lardan bile aza düşürülmüş Dêrsim’de, mevcut işsizlik, tarım ve hayvancılık dahi yapamama, barajlar vb. sorunlarla birlikte, toprağı, yani bütün bir yaşamı da ağulanmak istenmektedir. Ki, Dêrsim’de yürütülen siyanürle altın arama süreci, Dêrsimliler için, ‘38’de insana karşı kullanılan zehrin, tıpkı yinelenen katl fetvaları gibi, bu kez toprağın zehirlenmesi yoluyla doğalarının ve doğal hayatlarının ağulanması, yani Dêrsim’in tümden bitirilmesi dışında başka bir anlam taşımamaktadır.

Böylece, 70 yılı aşkındır duyulmayan derin açısından bugüne, bugün de karşı karşıya kaldığı mevcut yıkımlarla Dêrsimli, yalnızlığını başka düzlemlerde yaşamaya devam etmektedir. Nitekim, gerek en geniş anlamdaki Kürt hareketinin seyri ve tarihsel önyargıları kırmaya dönük çabaları ile kimi entelektüel vicdani tanıklıklar, ve gerekse Kemalizm’den kopuşa işaret eden kimi farklılaşmalar ile çevre-ekoloji hareketlerinin dayanışma ve ‘duyma’ çabaları, hasret düşülmüş bir iyimserliğe işaret etse de, Dêrsim ‘tarihsel’ yalnızlığını yaşamaya devam etmektedir. Ayrıca, aynı kaderi ve kederi paylaştığı Aşağı Mezopotamya’daki Yaresani(Ehl-i Hak, Kakai), Ezidi vb. gibi kardeş topluluklarla bölgenin kadim temsillerinden ve ‘solan’ renklerinden olduğunun yeterince anlaşılmamış olmasının payına da dikkat etmek gerekmektedir. Çünkü Dêrsim’in bu özgünlüklerden de üreyen kimi ‘özerklikleri’ olduğu anlaşılıp buna göre bir yaklaşım geliştirilmedikçe, bu ‘özerk’ oluşlar güncel politik pragmatizm ve egemenlik hırsına kurban edildikçe, Dêrsimli mevcut kederini yaşamaya, açıkcası tarihsel yasını tutmaya devam etmektedir.

Yine, özellikle 19.Yy.’ın ikinci yarısından bugüne sistematik bir devlet projesi ve zulmü ile karşı karşıya bırakılmış Dêrsimlilerin bunca yıkıma karşın, herhangi bir ‘intikam’ hissiyatı yaşamadıklarının, kimseye karşı böyle bir ‘kin’ duymadıklarının söylenmesinin de zamanıdır. Kuşkusuz ki bunca yıkıma karşın hâlâ bir ‘kin’ duygusu taşımıyor olmaları farklı bağlamlarda başlı başına bir çalışma konusu olsa da, bunun kültürel-tarihsel arkaplanı ile yakın ilişkisine özellikle dikkat etmek gerekmektedir.

Nitekim, ’38 Jenosidi’nin kanlı eteklerine doğmuş, sonrasındaki devlet uygulamalarından her bir Dêrsimli gibi payını almış olan bu kitabın derleyenin de tanıklığı ve hissiyatıdır ki, evet, Dêrsimlilerin dileği ‘intikam’ değil, ‘kardeşleşme’dir. Böyle bir kardeşleşmenin öncelikli talebinin de, meselelere ‘hakkaniyet’ ile bakma, birbirini buradan ‘duyma’ sahiciliğinde sınanacağı anlaşılıyor olmalıdır. Toplum vicdanının böyle bir ‘duyma’ haline muhtemel katkıları nedeniyle de kitapta yer alan pek çok değerli yaklaşım gibi, söylenenlerin, gündem gereği söylenip geçilmiş ‘söz’ olarak kalmaması hayati önem taşımaktadır. Yani entelektüel vicdanın buna dair ısrar ve takibinin, ‘sorumluluk’ ile ilişkisi yeniden hatırlandığında, sadece Dêrsimliler için değil, gerek yeryüzünde ve gerekse de coğrafyamızda kimi halkların birer ‘yas kitabı’ gibi kendi acılarına susup kalmalarının hangi anlamlara karşılık düştüğü biraz olsun anlaşılmış olur.

Yani, mağdurların dahi söz haklarını teslim ettikleri ‘toplum vicdanı” bunu söylesin artık, bu kez olsun duyulur belki, paylaşılır, tavır alınır, Dêrsim ile sınırlı tutulmayacak bunca zulüm, kıyım, asimilasyon vb. uygulamalarla yüzleşilir, halkları birbirlerine boğazlatmaya çalışan ırkçı zihniyet ve uygulamalara karşı kardeşleşmeye ‘vicdani’ bir olanak sunulur, gibi bir iyimserlikle hatırlatılmaya çalışılan ‘sorumluluk’, sürecin bundan sonrası için tayin edici bir önem taşımaktadır. Bu ‘sorumluluk’tan kastedileni de yine J. Derrida söylemiş olsun:
“Tüm canlı şimdinin ötesinde, canlı şimdiki zamanı (kendinden) ayıran (disjointe) şeyin içinde, henüz doğmamış olanların ya da zaten ölmüş olanların hayaletleri önünde, siyasal ya da başka türden şiddet uygulamalarının, ulusçu, ırkçı, sömürgeci, cinsiyet ayrımcısı ya da daha başkaca kıyımların kapitalist emperyalizmin ya da her türden totalitarizm biçimlerinin, savaşların kurbanı olmuş ya da olmamış kişilerin hayaletleri karşısında, herhangi bir sorumluluk ilkesi olmaksızın, herhangi bir adalet –hiçbir yasa değil, bir kez daha anımsatalım ki hukuktan söz etmiyoruz burada- ne olanaklıdır ne de düşünülebilir.”(11)

Mehmet Çetin
Mart 2010, Amsterdamhttp://www.mehmetcetin.info/

Dipnotlar:
1- M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dêrsim Direnişleri, Nujen Yay., 1994
2-TKP Genel Sekreterliği de yapan İsmail Bilen’in Temmuz 1937’de Rasim Davaz
adıyla İsviçre’deki komünist yayın organı Rundschau’ya yazdığı makaleden: “..İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dêrsim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmiştir. Dêrsim’in hakim katmanları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir.” (E. Yeşil: Komintern Belgelerindeki Kürt Sorunu, Kemalizm, Tohum Yay., s.185)
3- R.Tayyip Erdoğan, Türktime, 27 Şubat 2010
4- Emirali Yağan, Kırmanciya Beleke, Özgür Politika, Kasım 2004
5- Tuik Bülteni, sayı 15, 25 Ocak 2010
(Ayrıca dönemin Nazimiye Kaymakanı M. Zülfü Yolga, 1927 itibarıyla –Pülümür hariç- Dêrsim’in nüfusunu 150.064 olarak vermektedir. Ki Dêrsim jenosidinde katledilen Dêrsimlilerin sayısının 80-90 bin civarında olduğu bilgisini de doğrulamaktadır. Bkz: Mehmet Zülfü Yolga, Milli Şef Döneminde DERSİM (TUNCELİ) TARİHİ, Türk Halk Kültürü Araştırma ve Tanıtım Vakfı Yayınları No: 9, Ankara 1994, sayfa: 81)
6- Cemal Taş, Külden Evler, Tij Yayınları, Şubat 2007
7- Age, s.296
8- J. Derrida, Marx’ın Hayaletleri, Metis, 2.Basım, 2007, s.11
9- Fethullah Gülen; “Anadolu’daki Aleviler, Yörükler, bizim Tahtacılar, onlar bizim her zaman anlaşacağımız insanlardır. Fakat aslen Nusayri olan Ermenilerden, Süryanilerden meydana gelmiş aslen Nusayri olan Tunceli civarındaki Aleviler bu işin arkasında. Bunlar Türkiye’de gaileler açtığı zaman devletinizle, ordunuzla bu işin karşısına çıkamazsınız. Ve bunların dinleri yoktur. Nusayri akidesi vardır. Allah insandır, insan Allah’tır. Allah insanın içine girmiştir, insana itaat etmiştir. Bu anlayış hakimdir. Biz Güneydoğu’yu verelim dendiği zaman bile Sivas’a kadar talepler gelecektir. Cünkü bu talebi yapabilecek şeyler şimdiden kazınmaya başlamıştır. Çok sıkı durmak lazım. Taviz vermemek lazım bu mevzuda.” İstanbul Haber, 21 Kasım 2009
10- “Munzur Vadisi’nde 1985 yılında inşaatına başlanan Mercan Hidroelektrik Santrali’nin yasalara aykırı bir şekilde yedi yıldır kaçak üretim yaptığı ortaya çıktı. (…)Uzun Devreli Gelişme Planı onaylanıp kesinleşmemesine rağmen Mercan Hidroelektrik üretimine devam ediyor. Bu da yetmiyormuş gibi Enerji Piyasa Düzenleme Kurulu Munzur Vadisi Konaktepe’de Elektrik Üretim Anonim Şirketi’ne Konaktepe Barajı-Konaktepe Hidroelektrik Santrali I ile Konaktepe Hidroelektrik Santrali II’ye 49 yıllığına elektrik üretimi lisansı verdi. Verilen lisans da kanuna aykırı.” Burhan Ekinci / Hasret Soylu, Taraf, 23 Mart 2010
11- J. Derrida, Marx’ın Hayaletleri, Metis, 2.Basım, 2007, s.12

Hiç yorum yok: